27 Haziran 2022 Pazartesi

Sürgücü Tarihi Eserler Envanteri - MNA

Fendi Ağa Kasrı

Aziz Ağa Kasrı

Ahmet Ağa Kasrı
Ahmet Ağa Yazlık Kasrı
Ahmet Ağa Taş Köprü
Ahmet Ağa Mezarı

Usé Emasé Kasrı

Murat Ağa Kasrı
Tarihi Hamam
İsa Ağa Su Değirmeni

Fendi Ağa Su Değirmeni
Şeyh Fakir Balıklı Göl
Pir İsa Türbesi
Sürgücü Eski Cami
Aziz Sancar Sağlık Ocağı

Şeyh Fakir Çeşmesi Ve Balıklı Göl

 Kanîya Feqîran (Fakirler Çeşmesi ya da Şeyh Feqir Çeşmesi), Awina çayına otuz adım uzaktan geniş ve diz boyu derinliğinde daralan bir boğaz ile çaya karışır. Bölgenin en iri balıkları bu alanda gezinirler. Fakirler Çeşmesi'nde kutsal balıklara dokunulmaz. Çünkü burası ziyaret olarak kabul edilir. Rivayete göre Yezidi Şeyh Feqîr ölünceye kadar burada yaşamış. Feqirleri ve inananlarıyla bu pınarın başına gelip sohbet ederlermiş. Halk pınarın başındaki söğüt ağacına çaput –bez-bağlar, suyun içindeki taşları da büyükten küçüğe doğru üst üste dizerler. Balıklar taşları devirmeyince tutulan dilek kabul olmuş sayılırdı.

(Alıntı: Ramazan Ergin'in Kanın Gizli Tarihi kitabı)

ŞEYH FAKİR ÇEŞMESİ VE BALIKLI GÖL

Bismil’den gelirken, beldemizin girişinde bulunan Şeyh Fakir Balıklı Gölü Ziyareti, bin yıllık bir geçmişe sahip, kutsal bir mekandır. Gölde bulunan balıklar, tutulmaz ve yenilmez olup, Belde halkı tarafından yüzyıllardır kutsal kabul edilen varlıklardır. Doğallık ve Kutsiyet anlamında halk arasında Güneydoğunun ve Türkiye’nin ikinci Kutsal balıklı gölü olarak tanınan balıklı göl, ayrıca insanlarımızın çeşitli hastalıklarına şifa olduğuna inanılan bir mekandır.


Pir İsa Türbesi

Savurlu Hacı Abdullah Bey  Hicri 1236 (Miladi 1821) yılında Hicaza gidiyor. Hicazda Sürgücü'lü Pir İsa'yı rüyasında görüyor. Hac dönüşünde Hicri 1238 (Miladi 1823) yılında Pir İsa'nın mezarının üstüne bir kubbe ve mescit yaptırıyor. Pir İsa türbesi, gerek Sürgücü ve gerekse Sürgücü dışından gelenler tarafından ziyaret edilmektedir. Türbede kurbanlar kesilmekte ve mevlitler okutulmaktadır.

Sürgücü Eski Cami Tarihçesi

 Savurlu Hacı Abdullah Bey (Hicri 1236) Miladi 1821yılında Hicaza gidiyor. Hicazda Sürgücü'lü Şeyh Pir İsa'yı rüyasında görüyor. Hac dönüşünde (Hicri 1238) Miladi 1822 yılında Pir İsa'nın mezarının üstüne bir kubbe ve mescit yaptırıyor. (Hicri 1240)  Miladi 1824 yılında tekrar Hicaza gidiyor. Hicaz dönüşünde Sürgücü'lü Hacı Ahmet (Ağa) ŞEMİN'i ziyaret ediyor. Bu arada Sürgücü 'de cami olmadığını görüyor. Kendi kendine konuşmaya başlıyor. Ben bir kula mekan yaptım. Allah için neden bir cami yapmıyorum. (Hicri 1241) Miladi 1825 yılında Sürgücü'de ilk camiyi yaptırıyor. Hacı Abdullah Bey, Savurlu Vasfi Beyin dedesidir.

1920 yılında Sürgücü eski camii ihtiyacı karşılamaya yetersiz kalmıştır. Mardin Sultan Şeyhmus köyünden Şeyh İsmail Dede tarafından Camiinin önünde bulunan ağalar sokağı da camiye katılarak Camii genişletilmiştir. 1951 yılında camii yine ibadet ihtiyacını karşılayamaz hale gelir. Bunun üzerine köylüler camiinin arka kısmına ek yaparak genişletirler.

1998 yılında Sürgücülü Hasan Salgun'un oğlu Abdullah Salgun tarafından bütün masrafları karşılanarak tek şerefeli bir minare yaptırılmıştır. Minare'nin ustası Sürgücü'lü İsa CAN'dır.

Minare 16.06.1998 yılında faaliyete geçmiştir.

Not: Tarihçe Eski Camiden Alınmıştır.

Sürgücü - İSMAİL BİLGİN

SÜRGÜCÜ

Kavak ağaçlarıyla göğe ulaşma çabası içerisinde olan bir beldedir Sürgücü. Üzümün pekmezle seviştiği, yeşille kucaklaşan beldedir Sürgücü. Tepelere yayılan evlerin belde meydanından seyri, meydanın evlerden seyredilişi tadılası hoşluk. Tarihi aynadan seyretmek; Sürgücü evlerini seyre dalmakla eş olsa gerek. Ağanın Konağıyla yanı başındaki tarihi camiin yürek sızlatan dostluğunu, kardeşçe duruşunu, seyrediştir Sürgücü.

Sessizce bir ortama, dostlarla doğa eşliğinde muhabbete, ailece yapılacak pikniklere ev sahipliği yapmaya hazır çayıyla kucak açıyor sevgiye, muhabbete Sürgücü. Tarihi kasrı ve köprüsüyle yürekleri tarih denizinde serinleten beldemiz Sürgücü Bir gölet kenarında oturası gelir ya insanın. Bu göl ki balıklarıyla kutsallaşan derya. Dertlere derman olan kaynağıyla özdeşleşen Balıklı göl. Balıklara yem vererek ve kaynağından içilerek sarılık hastalığının tedavisine inanılan Şeyh Fakir Balıklı gölü.

Sürgücü sakiniyken vefat eden ve Sürgücü halkı için sağlığında örnek alınan Pir İsa'nın türbesine ev sahipliği yapıyor Sürgücü. Tarihten bu yana ziyaret edildi ve edilecektir. Dertlilerin uğrak yeri olmayı sürdürecektir Pir İsa'nın Türbesi. Şeyh Ahmet olarak bilinen ve ağaçlarla kaplı olan, Şey Ahmet'in yaşadığına inanılan ve dilek ağaçlarına bağlanan dileklerle yüz yüze gelmek gerek. Şeyh Ahmet'ten Sürgücüyü seyretmekte ayrı bir güzellik katıyor insan kalbine. Yeşilliğiyle, bağlarıyla, asırlık ceviz ve çınar ağaçlarıyla, misafirperver insanlarıyla tanınması, bilinmesi birilerine anlatılması gereken bir beldedir Sürgücü.

İsmail BİLGİN

Sürgücü İlköğretim Okulu Öğretmeni

Sürgücü Tarihi - HACI ARİF AYAĞ

SÜRGÜCÜ TARİHİ

 Sürgücü 1267 yılında kurulmuş bir yerleşim birimidir. Asıl ismi Avine ‘dir. Avine sulu anlamına gelir. Kurucusu Kamber adında bir zattır. Avine tarih boyunca çeşitli devletin yönetiminde kalmış. 1515 yılında Yavuz Selim Hac farizasını yerine getirmek için buradan geçmiş ve dönüşte burayı işgal ederek Osmanlı topraklarına katmıştır.


Avine 1789 yılında ilçe olmuş, 90 yıl ilçe kaldıktan sonra Diyarbakır valisi Sami Paşa tarafından İlçe Savur’a nakledilmiştir. Avine Şemdinli yani Hakkari diyarından gelen Hasan adında bir ağa buraya yerleşmiş, zamanla oğlu Mehmet Ağa ondan sonra da torunu Ahmet Ağa bölgenin yönetimini hakimiyetlerine almışlardır. 1891 yılında Osmanlı İmparatorluğu tarafından bu ağa seferberlik dönemlerinde sevk memuru olarak tayin edilmiştir.

1914 yılında başlayan birinci Dünya harbinde Avine de 214 kişi harbe gitmiş, bunlardan sadece 21 asker geri dönmüş, geri kalan hepsi şehit düşmüştür. Söz konusu Ahmet Ağa sadece Avine de değil 33 köyü de yönetirdi. Bu yüzden bölgede bu 33 köye Sürgücü aşireti denirdi. Ahmet Ağa devlete çok yardımcı olmuş. Bismil yöresinde devlete karşı gelen Hüseyin Ağa köylerini topa tutarak yerle bir etmiştir.

Aynı Ahmet Ağanın oğlu Kamil Bey yani Kamil Şemin 1925 de Şeyh Sait isyanında 2000 askerle Şeyh Sait’e karşı Diyarbakır’ın Karaca dağ yöresinde savaşmış devletle birlikte Şeyh Sait güçlerini mağlup etmiştir. Ancak bu isyanlar bastırıldıktan sonra Devlet tarafından bu Ağa da yani Kamil Şemin Bey de gözaltına alınmış ve Sinop şehrine sürgüne gönderilmiştir.

Kamil Şemin 6 yıl sürgün de kaldıktan sonra ağalık yetkisinden sıyrılmış olarak geri döndü ve 5 sene sonra vefat etmiştir. 27 Mayıs 1960 yılında Cemal Gürsel inkılâp yaptıktan sonra Doğu ve Güneydoğuda bütün köylerin isimleri değiştirildiği gibi Avine’nin ismi de değiştirildi. Ve Avine’ye Sürgücü aşiretinin ismi verildi. Sürgücü 1996 ara yerel seçimlerinde belde statüsüne geçmiştir.

SÜRGÜCÜ HAKKINDA

Sürgücü üç tarafı dağlarla çevrilidir. Düz yerlerde hangi noktada kazı yaparsan su fışkırır. Bu suyun derinliği 6 ile 10 m arasında değişmektedir. Sürgücünün her tarafı yemyeşildir. Bu nedenle il bazında ismi yeşil sürgücüdür. Sürgücü yeşilliğiyle suyuyla havasıyla tam bir cennet köşesine benzer.
Hele hele eski eserlerine bakarsan; Tarihi hamamı, Taş köprüsü, Camileri, Türbeleri ve mağaralarıyla o kadar güzeldir ki bölgede benzerlerine rastlamak imkânsızdır. Buna rağmen Sürgücü halkı geçim sıkıntısı çekmektedir. Çünkü mevcut nüfusuna göre ekilebilecek arazileri azdır. Belde nüfusu hızla artmaktadır.
Devlet tarafından da gerekli iş alanları kurulmadığından dolayı gençlerin tümü işsizdir ve geçim sıkıntısı çekmektedir. Belde halkı şu ana kadar sulak arazilerde tütün ve ihtiyacı oranında çeşitli sebzeleri ekerek geçimini kısmen sağlardı. Tekel tarafından tütüne de talep olmayınca halk tütün ekme işini de bıraktı. Her yıl mart ayından itibaren beldeden 2000 den fazla genç başta İstanbul olmak üzere metropollere mevsimlik işçi olarak göç etmektedir.

Yazan HACI ARİF AYAĞ

NOT: Sürgücü Tarihçesi ile ilgili bu yazı Hacı Arif Bey'in kendi görüşleri olmakla beraber, site olarak bunun doğru yada yanlış tartışmasına girmeyi gereksiz görüyoruz. Ancak her zaman alternatif her türlü bilgiyi de yayınlamayı taahhüt ediyoruz. Sitemiz Sürgücü Tarihi konusunda araştırma yazısı olan herkese açıktır.

Teşvikiye Palas Apartmanı

TEŞVİKİYE PALAS APARTMANI: 

1930’lu yıllarda Abdülkadir bey tarafından inşa edilen bu görkemli apartmanın önündeki yoldan yaklaşık 3 metrelik boşluk ve yanındaki apartmanla arasındaki 15 metrelik duvar dikkat çeker. Hikayesi çok ilginçtir. Aynı yıllarda hemen yanındaki boş araziyi kuyumcu Sait bey alır ve inşaata başlar. Binayı yola sıfır olacak şekilde İnşa eder. Bu apartman hem Teşvikiye Palas’ın görüntüsünü kapar ve yeni binanın pencereleri Teşvikiye Palas’ın içini görecek şekildedir. Abdülkadir bey önce komşusunu uyarır. 
Kuyumcu komşu bu ikazlara aldırış etmez. Bunun üzerine noterden yollanan protestolar birbirini takip eder. Ama sonuç alamaz. Bunun üzerine de Abdülkadir bey Sait beyin apartmanının pencerelerini engelleyecek şekilde 15 metre yüksekliğinde ince bir duvar yaptırır. Konu mahkemeye ve gazetelere yansır. Sait beyin tüm gayretlerine ve maddi imkanlarına rağmen duvarı yıktırmaz. Bu hadise komşusunun manzarasını kapatmamak adabının yok olmasının bir örneği olarak mimarlık tarihine geçer. Teşvikiye Palas’ta yaşayanlar arasında Mustafa Kemal’in sınıf arkadaşlarından eski Bayındırlık bakanlı Behiç Erkin vardır. Behiç beyin Büyükelçilik yaptığı yıllarda Fransa’daki bir çok Musevi’yi Hitler’in öldüren politikalarından Türk Pasaportu vererek kurtarması Türk Dışişleri için bugün dahi gurur veren bir olay olarak anılır. Kurtuluş Savaşı kahramanlarından başbakanlık ve reis-i cumhurluk yapmış İsmet İnönü kendisini bu apartmandaki dairesinde defalarca ziyaret etmiştir. Apartmanın 1943 yılından beri sakinlerinden biri de Türkiye’nin halkla ilişkiler konusundaki medarı iftiharı Betül Mardin hanımefendidir. Bu güzel bina önünde durduğunuzda zarafeti ve tarihi sizi saatlerce kendisine bakmaktan alıkoyamayacaktır. Ez cümle bu kenti var eden , sevdiren işte bu tür hikayelerdir.

Teşvikiye Palas Konum Linki:

 

26 Haziran 2022 Pazar

Aşiret Yaşamı Bağlamında Sürgücü Örneği - RAMAZAN ERGİN

 AŞİRET YAŞAMI  BAĞLAMINDA SÜRGÜCÜ ÖRNEĞİ

AŞİRET  (KURUMU) YAŞAMI BAĞLAMINDA SÜRGÜCÜ ( AVİNA) ÖRNEĞİ

RAMAZAN ERGİN *

Özet

Bu makalede aşiret  olgusu üzerinden son yüzyılı kapsayan yaşantı, belge ve tanıklıklarla özel olarak Sürgücü Aşireti , genel olarak aşiretlerde Kürt yaşam tarzı ve dokusunu dışarıdan akademik, politik, ideolojik, inançsal ve  yönetsel tanımlar yapmak  yerine daha içeriden bakarak  sözlü töre, yasa ve geleneklerle kendilerini ve ötekileri nasıl ifade ettikleri konusu üzerinde duruldu. Aşiretin genetik, coğrafi, yönetim anlayışı ve inanç tanımlarının yanı sıra, farklı etnisite ve inanç esaslarını kapsayıcı ve reddedici değer ve kavramlar elden geldiğince Dilbilim, Teoloji, Antropolji, Sosyoloji disiplinlerine göre incelendi.

Anahtar Kelimeler:  Aşiret, Kürt, genetik, coğrafya, yönetim, Etnisite, inanç, töre, değer ,kavram

 AŞİRET KAVRAMI VE KURUM OLARAK AŞİRET HAKKINDA GENEL BİLGİLER

GİRİŞ

 1. AŞİRET KAVRAMININ ANLAMI

         Ziya Gökalp "Aşiret, yılın her mevsiminde göçebe olarak ve çadırlarda yaşayan, yalnız hayvan üretimiyle uğraşıp öbür sanatlarla uğraşmayan, bireyleri soy birliği ve akrabalık bağlarıyla birbirlerine bağlı bulunan ve kendilerine özgü başkanları -aşiret reisi- tarafından yönetilen topluluktur."(1) tanımını yapar.

        Dr. İsmail Beşikçi ise "Doğu Anadolu’da çeşitli bölgelerde hareket eden pek çok göçebe aşiret mevcuttur. Fakat en yoğun oldukları yerler Urfa, Bingöl, Tunceli, Mardin, Siirt, Diyarbakır, Van Gölü çevresi ,Ağrı ve Hakkari yöreleridir. Bunlara halihazırda Kürtçe konuştukları için "Kürt aşiretleri" demek daha doğrudur. Bu ifade, aynı zamanda onları, kendilerine benzeyen diğer sosyal gruplardan ayırmak bakımından da yerindedir. Gerçekten Doğu Anadolu’nun çeşitli yörelerinde hareket eden göçebe Kürt aşiretleri; sosyal organizasyon, değer sistemleri, toplumsal farklılaşma, dışarıya açılma ve dış faktörlerle bütünleşme yönünden Toros Dağları’nda dolaşan Türkmenlerden, Ege Bölgesi’nde hareket eden Yörüklerden ve halen ticaret göçebeliği yapan ve göçebeliği bir millet karakteri olarak devam ettiren Çingenelerden de farklıdırlar. O halde göçebe Kürt aşireti sabit bir konuta ve toprağa bağlı olmadan, tarımsal faaliyetlerin yalnızca küçükbaş hayvancılık kısmıyla uğraşan, hayvanlarına daha iyi otlaklar bulabilmek için mevsim ve bitki örtüsü durumuna göre yaylalardan steplere, steplerden yaylalara göçüp, daima çadır hayatı yaşayan, az çok kapalı bir ekonomiye sahip, kan akrabalığı ve birlik duygusu gibi bağlarla birbirine bağlı, daima bir şefe bağlanmayı tercih eden, okuması -yazması ve kültür seviyesi düşük, geleneksel bir gruptur. Gerçek göçebelik ise böyle bir grubun yaşama düzeni, iktisadi, sosyal ve siyasal faaliyetleridir. Bu tarz göçebe Kürt aşiretini Yörük, Türkmen, Çingene gibi diğer göçebelerden ayırdığı gibi göçebeliği de Transhumance yaylacılık ve yarı yaylacılıktan kesin olarak ayırmaktadır." der.(2)

        V. Minorski  de "Eğer Araplarda kabilenin belkemiğini kan bağı - neseb- oluşturuyor ise Kürt aşiretlerinde bu işlevi toprak, yani aynı reise bağlı insanların yaşadığı bölge yerine getirmektedir.(...) Kürt aşiret üyelerinin dış saldırılara karşı korunması, eski töre ve yaşam tarzının devam ettirilmesi amacıyla oluşmuş bir topluluk veya topluluklar bütünü...Temelde ev veya ev halkı, anne, baba ve çocuklardan oluşan aile yer almaktadır. Birkaç ev  bir arada büyük aileyi oluşturur. Birçok büyük ailenin toplanmasıyla klan oluşur. Klanların birleşmesiyle de aşiret oluşur. "der. (3)

Matin Von Bruinnessen ise bu konuda "Kürt aşireti gerçek ya da gerçek olduğu varsayılan ortak bir ataya dayanan ve akrabalık temelinde örgütlenmiş, genellikle toprak bütünlüğü de olan- dolayısıyla ekonomik bütünlüğü de bulunan- kendine özgü bir iç yapıya sahip sosyo-politik bir birimdir. Doğal olarak aşiretler de kendi içlerinde alt aşiretlere bölünmüşlerdir. Bu alt gruplar da bir kez daha klan, sülale, ve benzeri gibi birçok küçük birimlere ayrılır. " der. (4)

        Yukarıda alıntı yaptığım kaynaklarda göze çarpan iki önemli iddia birbiriyle çelişmektedir. Ziya Gökalp ve İsmail Beşikçi’nin aşiret tanımlarında "Kürtleri toprağa yerleşik olmayan, göçebe yaşam ve hayvancılıkla uğraşan bireyler şeklinde betimlemelerinin yanında V. Minorski’nin ve Martin Von Bruinnessen’ in Kürt aşiret kurumunun toprağa yerleşik şekilde tanımlamış olmaları ve birbirinden farklı tespitlerde bulunmaları  oldukça önemlidir. Kürt aşiret kurumunun kan bağı ve akrabalık üzerine kurulu olduğunda ise hem fikirdirler.  Osmanlının padişahlıktan cumhuriyete geçiş döneminde yani kabileden ulusa, aşiretten devlete geçtikleri ,imparatorlukların yıkıldığı, sınırların yeniden belirlendiği 1. Dünya Savaşı’nda Kürt aşiretler yaşadıkları göçebe-yerleşik varsayılan topraklar üzerinde yandaş-karşıt , ideolojik-politik ve akademik olarak henüz yeterince irdelenmemiş, kısmen  keşfedilmiş bir sorun yumağı şeklinde karşımızda duruyor. Genç cumhuriyetin hapsedildiği sınırlar içinde Türk milleti adı altında uluslaşma çabası  kanla bastırılan Kürtlerin  isyanları ve beraberindeki  Kürt inkarcılığı, Türkleştirmenin düşünsel zeminini  ve  akademik inkar teorilerini  de beraberinde getirir. Kürtlerden , Kürt aşiretleri içinden  inkar ve yok saymanın karşıtı olarak çıkan inançsal ve ideolojik karşı duruşlar bu kurumu kısmen dönüştürse de tam anlamıyla başarılı olunamamıştır. Dışarıda galip devletlerin kendilerine bağlı  olarak oluşturdukları aile-kabile devletler içinde Kürt aşiretlerinin olmaması,  başarısız olmalarının altında yatan  iç nedenler (Doğu Hristiyanlığı) ve  dış nedenler (aşiret kurumunun kendine has töre ve yasaları kapsayan kültürel değerler)  ile anlaşılabilir.

       Kürtlerin aşiretler halinde yaşadıkları İran-Irak-Suriye-Türkiye arasında kalan coğrafi bölgeye bakıldığında  Osmanlı İmparatorluğunu yıkan sanayisi gelişmiş toplumların kendi içindeki nüfuz ve hakimiyet kavgalarının günümüzde petrol-maden kaynakları üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir.

       Aşiret, aynı kanı taşıyanların yaşadığı coğrafi alandan adını aldığı gibi, aynı babadan ortaya çıkan; fakat  farklı nedenlerle farklı coğrafyalara dağılan aşiretler de mevcuttur. Aşiret adı bir coğrafi yer adı olabileceği gibi hakimiyet kurmuş bir ailenin ve şahsın adını da olabilir. Aşiret kişisel adları aldığında ait olduğu coğrafi tanımları da beraberinde kullanır. Merkezi yönetimlerin aşiret dışından atadığı aşiret reisleri birkaç farklı aşireti "teba" mantığıyla hakimiyet altına aldığından  büyüyüp- küçülebilen bir coğrafi tanımdır bu. Aşiret dışında merkezi yönetimden insanlarla kadın üzerinden kurulan akrabalıklar da zamanla aşiretin liderliğini ve adını almaya döner. Bu aşiretler, kırsal kesimde ve merkezlerde  yaşayan iki ayrı kola ayrılırlar. Bunlar Beylik-Paşalık - mütesellimlik alan ailenin ...oğulları olarak anılırlar. (Azizoğulları, Cemiloğulları ya da Cemil Paşazade, Mutevellizade, Kikizade, Sefdin - Seyfeddin-Serdin- Paşa, İbrahim Paşa vs.) Aşiret, bağlantısı olanlar ve bağlantısı olmadan aşiret yönetimi verilmiş ailelerden oluşur. Aşiret sahibi olmayan veya toprak sahibi olmayan ağalar vardır.

İlçe merkezlerinde 1970’li yıllara kadar Asuri-Ermeni-Yahudi kökenliler kent ve ilçe merkezlerinde kendi içlerinde demografik çoğunluğa göre Urfa-Harran’da yaşayan Yahudi kökenli Sabiiler - Mendenlerle  birlikte Asur kökenli Ortodoks Süryani cemaati  vardı. Asur Süryani - Keldaniler kendi içlerinde Nasturi, Ortodoks, Katolik, Protestan, Yakubi gibi mezheplerle iç çatışmalar ve değişen bölge koşulları nedeniyle  Müslümanlaşan aileler  olarak az da olsa yaşıyor.

       “Yunani(Stan)..Ermeni, Gurci, Turki, Kurdi…(stan)" ulus, ülke, hakimiyet tanımları ile benzerlikler gösterir. Günümüz Kürtçesinde “stan” kelimesi  halen  bedel  “karşılığı alınan, sahip olunan” anlamını taşır. Ancak kendi aşiret coğrafi sınırlarının içinde etnik, dinsel ayrıştırıcı tanımları günümüzde Gavur ( etnisite), Fılle-h ( inanç) sözcükleri ile ifade ederler. Aşirete sığınan ve etrafında yaşayan İspanya kökenli Cengene-( Çingene), Hindistan kökenli Karaçi, Arap kökenli Mıtrıp, Yezidi kutsal dilenci olan Fakir, Türk kökenli Aşık,Fars kökenli Parsek tanımları dikkate değerdir. Aşiret içinde yaşayanlar bu tanımlardan nasibini alır. Arab, mahcır (Muhacir) gibi..(5)

       Mezopotamya’da yaşayan uygarlıkların ayak izlerini aşiret yaşantısı içinde görmek mümkündür.Genetik ayrıştırıcı tanımlar, coğrafi yer (köy-ilçe-il-aşiret yanı sıra çeşme, tepe, dağ, vb ) adlarını hala korurlar.

MERKEZİ YÖNETİMLERİ TEMSİL EDEN COĞRAFİ AŞİRETLER

       Bunlar tarımın yanı sıra hayvancılık ve her türlü etnik yapıyı "teba" sınıfından görürler. Merkezi yönetim ilişkilerini düzenler ve hukuk sistemlerini uygularlar. Merkezi otoriteye eksende bağlılıkları vardır; ancak otoritenin zayıflık ve güçlülük durumuna göre çatışmalar ve itaatsizlikler gösterirler. Genel olarak "Paşa-Bey" sıfatlı aşiretlerde görülen bu durum ve yerel aşiretler arasında çatışmalar merkezi otoriteye  yakınlık ve uzaklık ölçülerinde yapılır. Bu tür yöneticilerin kendilerine ait köylerdeki ağa ve nazırların oluşmasında kadın üzerinden akrabalığın  küçümsenmeyecek örnekleri vardır.  Coğrafi hakimiyet bölgeleri geleneksel aşiret sınırlarını aştığından birkaç aşireti kapsayan hakimiyet bölgeleri oluşur. Bu Paşa ve Beylerin evlendiği farklı etnik köken ve inanca sahip kadınlardan doğan çocuklar, kendi aralarında "kadının hakim etnik köken ve inanç üstünlüklerine göre  öncelenirler." Bey ve Paşa çocukları arasında kırsal – kentsel ayrışmalara ve zaman zaman öldürmelere varan  iki kollu bir ilişki ve adlandırılmalara neden olur. (Milli - Millizade, Kikan - Kikizade) 

KONAR-GÖÇER AŞİRETLER

Konar-göçer aşiretler  arasında hayvancılık ve kaçakçılık ile uğraşanlar "Koçer" olarak adlandırılırlar. İklim ve bitki örtüsü özelliğine göre aşiret ve aşiretler arası topraklarda hayvan besiciliği yaparlar. Besledikleri hayvanları satmak için aşiret sınırlarından geçişlerde  "Bedel-rüşvet" vermek zorunda kalırlar. Son yüzyılda oluşturulan sınırlarda  rüşvetin yanı sıra kaçak olarak da hayvanlarını geçirmek zorunda olduklarından "farklı" kaçakçılıkta yapmış olurlar. Koçerlerin bir kısmı  atanan yönetici ailelerin hayvanlarına bakar, nazırlık ederler. Hayvancılıkla uğraşan yerleşik aşiretler ise yaylak ve kışlaklara sahiptirler. Hayvancılıkla uğraşan "Beritan" gibi aşiretler mevcuttur. Ancak sadece hayvancılık yapan küçükte olsa bir toprağa ve alt aşiretle genetik bağı olmayanları ifade eden Koçerlik ise yerleşik aşiret kuralları olmayanlar olarak addedilir. Ancak bunların hukukları aşiretler arasında belirlenmiştir. Bunların "Zılamé... (Adamı..) şu aşirete baglı veya adamı olarak kendi içlerinde ayrıştırırlar. Tuz gölü civarına yerleşen veya yerleştirilen (Meburi iskancı) ailelerin bir çoğu geldikleri-göç ettirildikleri aşiretlerin adlarını hala ( Şeyh Bızıni- Karageçi ) kullanırlar.

TOPRAĞA YERLEŞİK KÜRTLERDE AŞİRETÇİLİK

Aşiretler arasında hakimiyet kavgalarında, daha güçlü olana karşı varlığını korumak için merkezi otoritenin temsilcilerine gönüllü arazilerini bağışlayan aşiret ve aileler küçümsenmeyecek kadar çoktur. Ancak bu aşiretler farklı nedenlerle kollara ayrılsalar bile ilk aşiret adlarını kullanırlar.

İpek Yolu üzerinde kendilerini Arap olarak tanımlayan aşiretler mevcut olmasına rağmen bunların tek tanrılı dinler ile - Tevrat dili İbranice, İncil dili Süryanice, Kuran dili Arapça nın üst çatısı olan "Aramice"nin ve ortak geçişlerle "Dinsel kavramların" yakınlığından müslümanlaşmış kabilelerle izah etmek daha doğru olur. İpek yolu üzerinden iç kısımlara doğru "Mehelmi - Mehellemiler, Tat lar, Daşi ler ile daha çöle yakın olan Arap Şammar, Teyyari aşiretleri ise yerleşik olmayan ve yerleştirilen aşiretlerdendirler. Bu yüzden kendilerine bir şekilde ait olan eski  yerleşim birimleri yoktur. Sıgınmacı olduklarından onlara sıgınan farklı bir etnik grup ve inanç bulunmaz. Tat lar ve Daşiler ise bir şekilde merkezi otoritelerin emrinde oluşmuş bir kaç etnik özelliği birarada barındıran karma bir yapı (Kürt-Arap) içindedirler. Bu yüzden Tat lar daha Arap plastik değerlerine, Daşiler daha çok kürt plastik değerlerin yakındırlar.

Kürt aşiretlerini "öteki" aşiret, Oba,  kabilelerden ayıran en büyük özellik sığınmaya müsait olması, içerde etnik ve inançsal ayrıştırıcı fakat dışarda kapsayıcı bir özellik taşımasıdır. "Mala érebo (Arabın ailesi), Fıllén me( Bizim ama müslüman olmayan) vb gibi örneklerle ayrıştırıcı ve kapsayıcı kavramlar kullanılır. 

Yezidi inancını sürdüren- ki Kürdün dışında Yezidi olan başka bir etnisite yok- Kürtlerde genetik bir kast olarak olarak varlığını sürdüren "Soylu-Ari " anlamında "Aşir (soyu, sopu belli)" tanımlamanın dışında yaşam tarzı olarak Aşiret yaşamı yoktur.  Kendi içlerinde en büyükler bir kaç Yezidi Şeyh ailesinden olanlardır. Bunlar sadece şeyh çocugu olarak dünyaya geldiklerinden ayrıcalıklı ve efsunlu olurlar ki bunların içinde en büyükleri "Şeyh Adi"nin soyundan gelenlerdir. Sırasıyla aynı genetik kast sistemi Şeyhlerin bir altı "Pir" ler, Pirlerin bir altı " Qewwal" ler, Kevallerin bir altı " Koçekler" ve onların altı "Feqir" ve ahal olarak "Sancaklar"a bağlı köyler halinde yaşarlar. Bütün kastlar sadece kendi içlerinde evlenebilirler. Yani Şeyh sadece bir şeyh kızı, pir pir  ile evlenebilir.  Kendi inançlarından olmayan biri ile inanç esaslarını bazı yerlerde konuşmaları bile gunah sayıldığı gibi onları içlerinden kovarlar. İçerde ve dışarda çok katı inanç ve yaşam esaslarına bağlı olarak yaşamlarını sürdürmek zorunda olduklarında tamamiyle kapalıdırlar. Bu inanç esasları ile alay eden ve onları zorlayan müsluman Kürt aşiretlerinden uzak yaşarlar. Osmanlılar döneminde genellikle Asur kökenli kentli Süryani, kırsal Keldani ve Ermenilerin yogun olarak yaşadıkları bölgelere yakın ve bazen iç içe yaşamışlardır. 

Sığınmacı almayan ve sıgınmacı olamayan Yezidiler ,islam inanç esaslarına göre yaşam ilişkilerini sürdüren müslüman olmuş Kürtlerdeki gibi -Arılık, soyluluk-tanımı dışında aşiret yaşamı yoktur.  Ancak, bilinen en eski aşiret adları olan Dağ (Metinan - Şengal ), Göl (Sımokya - Ava Sıpi) isimlerini kullanırlar. Aşiret altı isim olarak vasıflar (Zırki- Jirki) ve bunların yerleşik oldukları köy adlarını (Viran, harabe, Ba tuva, Sıno, Hepsa pélıka) gibi işaret isimler kullanırlar. Günümüz şafii müslüman olanlar bu aşiret ve aşiret alt adlarını kullananlar olduğu gibi şahıs ismiyle anılan aşiretler hakkında bize önemli bilgiler verir. 

ASUR-KELDANİLERDE AŞİRETÇİLİK

       Asur - Keldanileri kendi içlerindeki cemaat ve  "mezhep" kavgalarıyla Asur hakimiyetinin son bulduğu, Hristiyanlığın ilk inanan ve inancı evrensel boyuta taşıyan, ulusal değerlerini dinsel inançla bütünleştiren   "Doğu Hristiyan" kavmidir. Kendi içlerinde Süryani-Ortodoks ve Keldani - Nasturi olarak ayrışmaları  aynı zamanda coğrafi yerleşim alan tanımını da içerir. Asur kökenli Süryani Ortodokslar İpek Yolu güzergahı ve yakınındaki il ve ilçelerde yaşayan cemaati ifade ederken, Asur kökenli Keldaniler yakın yüzyıla kadar Hakkari, Musul, Urmiye dağlık bölgelerinde "aşiret" tarzında yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Değişen sınırlar ile Irak’ın Kürt bölgelerinde azalarak yaşamlarını sürdürmektedirler. 

1. Dünya Savaşı’nın galipleri  Fransa ve İngiltere’nin kendi içlerindeki paylaşım ve hakimiyet kavgalarında Fransa mandacılığını tercih eden Keldani Nasturiler, büyük çoğunlukla şimdi Fransa’da yaşamaktadırlar. Keldaniler kendi içlerinde dillerini konuştukları dağlı Aram- Asurca ile kentli Asur - Süryanice arasında farklılık olduğunu söylerler. Asur Keldanileri, istisnasız, ortak kültür dili olarak Kürtçeyi bilir ve kullanırlar.  Hatta bazı yerlerde kendi dillerini unutan ve sadece Kürtçe konuşan Keldani - Nasturi aşiretlerden bahsederler.

İpek Yolu üzerindeki kiliseleri günümüzde az da olsa faal durumda  olan Asur Süryani Ortodoksların ortak kültür dili ise Arapça ağırlıklı Osmanlıca ve Türkçedir. Keldanilerin en büyük  dini liderlerinin adı "Mar Şamun"dur. ( Mar Şamun- Efendimiz Simon) Metropolit, bu soydan gelen insanlardan seçilir ve aynı zamanda bir kral yetkisine sahip ve  emirlerine kayıtsız itaat edilen genetik yöneticidirler.(6) Kiliselerden sorumlu Matran ( Piskopos)lar  ve Keldani aşiret ve köy işlerinde sorumlu "Malikler" ise bütün aşiretlerin kent yaşamında rol oynayan Mar Şamunların aşiretleri yönetmek için aristokratlardan seçtikleri yerel yöneticilerdir.(Mandu ailesi) Aynı zamanda Mir ( Askeri yönetici) bu ailenin bireyleri ve seçtikleri kişiler arasından atanırlar. (7)

Asur Keldanilerinin Ninova ve çevresinden dağlara sığınmak için gittiklerini söylerler. Asur Hiristiyan gelenek göreneklerine bağlı kalmışlar. Komşu Kürtlerden bazı yabancı özellikleri miras aldıklarını söylerler.  5. Yüzyılda, Asur Keldaniler iki dini mezhep grubuna ayrıldılar. Nasturiler ve Yakubiler. Katolikliği  benimseyen Nasturiler Keldani adını sürdürdüler. Aynı inancı benimseyen Yakubiler ise  Süryani Katolikleri adını aldı. Maruniler,Bizans dilini ve Rum ayinleri yaptıkları halde Asur-Keldanidirler. (8)

2. AŞİRET ÖRGÜTLENMESİ VE OSMANLININ AŞİRETLERİ YÖNETİM ŞEKLİ

 Aşiretin Beri’ye (Aşağı, Ova) İskan Etmesi, Mecburi iskanlar, Aşiretlerin İki Kola Ayrılması

        Diyarbakır ve Mardin yöresindeki ilçelerde meskun gayr-i müslimler: Asur- Yahudi- Ermeni-Yezidi ve Alevi  Kürtler ile İslam dışı inanç ve mezheplere  sahip olanların ötelenme ve korunma amacıyla bir arada yaşadıkları bölge ve aşiretler.

       Osmanlı Devleti Dönemi’nde aşiretlerin Mardin  yönetimindeki Savur beyleri ile olan ilişkileri:  Sürgücü, Omeryan, Delevera ağalarını atayan Hamdullah bey ( Erdem) İdris-i Bitlisi döneminde Osmanlı yönetimine bağlanan aşiretlere yönetici olarak gönderilen Kürt aşiretler ( Hesenan - Heyderan)

 Aşiretler ve Hamidiye Alayları ( 3 tanesi bağımsız 33 alay)

 Aşiretlerin Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı’na katılması , seferberlik, en son Doğu-Rus cephesine gönderilen ve sakatlar dahil bir daha geri gelmeyen,  15-65 yaş arası erkekler yüzünden aileler kadın adıyla anılır.

3. AŞİRET VE AŞİRETE BAGLI KÖY İSİMLERİ

        Yönetimsel  konumuna göre aşiret isimleri ile köy isimleri değişebilir. Günümüzde  Sürgücü köyü  aynı zamanda aşiret adını almıştır. Ancak yaptığım araştırmada köyün ilk yerleşiminin adı Xerabé Zéré’dir ve  daha sonra Avine (Kavaklık) adını almıştır. Şimdi ise Sürgücü olarak değişmiştir. Sürgücü adı aynı zamanda 33 köyün aşiret adını kapsar. Osmanlı tapu kayıtlarında arazinin coğrafi yönünü belirtmek için kullanılan ve köyün hemen yakınında harabe olan Xerabé Zéré’de köy adına hiç bir yazılı kayda rastlamadım.

       Aşirete bağlı köy adlarına bakıldığında  coğrafi özellikleri içeren, kurucu veya hakim kişi adlarını kapsayan, yerleşik insanların biçimsel veya karakteristik özelliklerini taşıyan, büyüklük, küçümseme toplumsal statü adları taşıyan, dönemsel anlamda birkaç defa adı değişen, çok farklı etnik ve coğrafi uzaklık özelliği taşıyan köy adlarına rastlanır. Abdusselam Efendi’ nin “Mardin Tarihi” adlı eserinde Surguç, Surguçli aşireti olarak geçerken, Hanna Dolapönü’nün “Tarihte Mardin” adlı kitabında Sürgücülü, Diyarbakır salnamelerinde  ise Avina kazası şeklinde  aşiret ve köy adı olarak geçer. Yaptığım alan araştırması ve literatür taramasında, merkezi  temsilcileri otorite olarak Vali, Paşa, Bey, Ağa ve yönetim ilişkileri içinde geçen Avine-Sürgücü adlarının ve hatta yönetici adlarının bir kısmının ayak izinin olmamasını kağıt üzerinde devlet-yönetim bürokrasisinin işleyişine bağlamak lazım.

4. AŞİRETLERİN KENDİLERİNİ  TANIMLAMALARI  

        Yerleşik hayatın biçimi, yarı göçebelik, şehir, İlçe-kasaba,  köy, köy altı yerleşme biçiminde son yıllarda kendini gösterse de bu, genellikle yöneticileri atanmış ve yöneticileri kadın ile karışmış Paşa tanımlı coğrafi aşiret tanımına uygun düşen aşiretlerde görülür. Bazı aşiretler merkezi yönetim ile ilişkiye geçmemiş, bir şekilde (yarıcı-hizmetkar) topraklarını bağışlayan fakat yüzyıllardan beri o topraklarda yaşayan iç-dış aşiret adlarını kullanan ve kendilerini " Kurmancé Reş (Kara Kürt)" diye tanımlarken,  merkezi yönetimlerle ilişkili olanlar "Kurmancé Gewr ( Sarı-Ak Kürt)" tanımını kullanırlar.

Ancak Ziya Gökalp, Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler, syf 44’te şöyle yazar: " Bazı dağlılar, Kürtleri "Kara Kürt" ve "Ak Kürt" olarak ikiye ayırırlar. "Gurmancé Reş- Kara Kürt " ve "Gumancé Gewr-Ak Kürt" demektir. Dağlılar aşir olanlara, yani hükümete bağlı olmayanlara " Kara Kürt" derler. Hükümete bağlı olanlara ise " Ak Kürt" adını verirler. Eski Türklerde "Ak Kemik" övücü, "Kara Kemik" yerici sınıfları ifade ederdi. Kürtlerde ise "Kara" sıfatı övücü, " Ak" sıfatı ise yerici bir anlamda kullanılmaktadır. “ Der.

       Günümüzde "Ez Kurmancé Reş ım” ( Ben kara Kürdüm) cümlesini övünç olarak hala kullananlara rastlanırken Sarı-Ak Kürt tanımına pek rastlanmamaktadır."

 YÖNETSEL AŞİRETLER

Livalar (il) tarafından (Vali) atanan beylerin (Kaza)yönettiği birden fazla aşireti ve ağalarını (Köy-Köyler) kapsayan yönetim şeklinde dışardan atananlar olduğu gibi içerden kendilerine yakın olanlardan ağa seçtikleri görülebilir. Mardin Livasına bağlı Savur kazasının beyleri Ahmet ağa sürgücü aşiretinin (33 köy) lideri olur. Ancak Kağıt üzerinde Kürt olmayan Savur yerine bir dönem Avina kaza olarak gösterilmiştir.  Kürt aşiretlerinden oluşturulan Hamidiye alaylarının 3 bagımsız alayından biri olan Sürgücü aşireti merkezi  Avina köyü kaza gibi gösterilmiştir. Gerçekte ise bütün yönetsel idari işlemler Savur bağlantılı gelişmiştir. 

Aşiretler arası yöneticilerin kendi aralarında kız alıp vermeleri ve güç ilişkileri:

"Büyük evlere kızlarını vermiş, büyük evden kız almıştır. Mehmet Ağa’nın Yahudi karısı Fattuma’dan altı kızı bir oğlu olmuştu. Büyük kızı Ewaşa (Üveyş)’ nın gelin verildiği aile Çêlikê Elîyê Remî (Raman - Batman) aşiretidir. Bu evlilikten çocuk olmaz, kendi yeğenini kendi üstüne kuma olarak alır. Emina (Emine)’ nın gelin verildiği aile Cemil Paşazadelerdir. (Cizre-Diyarbakır) O,  Ekrem Cemil Paşazade’nin annesidir. Makbule’nin gelin verildiği aile Serdin Paşazade (Hazro) Alişan Bey ailesidir. Zekiye’nin gelin verildiği aile Ekinciler Cavit Bey, Senatör Cavit Ekin (Diyarbakır), Bedriye’nin gelin verildiği aile Savurlu Heci Beyler (Hacı beyin torunu, Hamdullah’ın oğlu Vasfi Erdem) dir. Bedriye için Savur’da büyük bir kasır yaptırılmış fakat Bedriya düğününü görmeden ölmüştür. Naciye’nin gelin verildiği aile Çınar ilçesi Altuxerê - Altunakar köyü Şeyh ailesinden Şeyh Celal’dir  ve bu evlilikten oğlu Vahit doğar. Oğlu annesinden önce ölür." (9)

                 Bahtına sığınma (Bext), namusunun bahtına düşme olarak günümüzde de kullanılan bu kavram kendi içinde yerleşik kuralları olan bir değer olarak karşımıza çıkar. Türklerde "Aman dileme" ile ifade edilen fakat yeterince denk düşmeyen bu değer çok daha geniş kapsama ve sahiplenme biçiminde zamanla başkalaşmış, zamanla aldatmaca, ihanet ve kalleşliğe kadar  varan bir değere dönüşmüştür. Aşiretlerin en küçük birimi olan Mal (Aile) den  Aşiretin sahip olduğu toprakları ve aşiretler arası geçerli bir kurallar bütünü olarak kendi hükümranlık alanına sığınan insan kanlısı bile olsa ona zarar vermeme ve onun can, mal, namus, yaşamını kendi yaşamı pahasına sahip çıkma olarak değerlendirebiliriz.

Aşiretlere doğal afetler, zorunlu göçler, yoksulluk,  kan davaları, kovulma, kız kaçırma, mahkum olma,  akrabaları ile ters düşme gibi zora düşme durumunda birey ve aileler bahta sığınırlar. Bunlar zaman içerisinde yer değiştirebilirler. Ya da aşiretlerde karşılıklı bu türden akrabalar bulunabilir. Aşiretler kavga, kan dökme pahasına bu kuralı uygularlar. Bahtına sığınma sebepleri ortadan kalktıktan sonra tekrar baglı bulundukları aşiretlerine,  köylerine giderler. 

Aşiretler arası dara düşme durumunda ise "Hawari (imdat) isteyerek birbirlerinin  yardımlarına giderler.  Bu yardımlar sonucunda aynı kanı taşıyan zorunlu akrabalık yerine gönüllü ve akrabadan önce gelen "dost" luklar oluşur. Bu dostlar bazen akrabaların düşmanları olabilir. Yakın tarihlere kadar Hapis arkadaşı- Yol yoldaşı- Askerlik hemşerisi bu dost tanımında değerlendirilirdi.

Zamanla bahtına sığınan ailelerden kan davası parası- bazen bilerek kendilerinden birini öldürterek- toprak ve aşiret sahibi olmuş veya yerlileri kovmuş olan olaylar ile bu kurum üzerinden intikamını aldıran hikayelerin modern siyasal varyantları mevcuttur.

            Kirvelik… Kirvelik, tarihi temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış, hiçbir tek tanrılı kutsal öğretide geçmeyen, hiçbir hükümdarın kanunu olmayan, hiçbir hükümdarın yüzyıllardır bozamadığı, kurallarını yaşamdan alan, değişmez kanunlardan oluşan, semavi dinlerin küresel Allah’ına sığınan, hukuksal ve sosyal bir kurallar ve kana dayalı örgütlenmeler kurumudur.  Sünnet, tek tanrılı dinlere Tevrat ile aktarılmıştır. Bu kurum ise ırk ve dinlerin kendi ayrılık sınırını koruma çemberi olmuştur.Hz. İbrahim (Tevrat’a göre) Rabbi ile yaptığı akit gereği kendine ait bütün erkek çocuklar tanınsın diye sünnet eder. Yahudilerde çocukların erkeklik uzuvlarının baş kısmında fazla olan derinin kesilip yeniden dikilmesi halen de dini ve milli bir zorunluluktur. Hristiyanlık döneminde uygulanmamış, İslamiyet ile birlikte Müslümanlarda sünnet, dini bir zorunluluk halini almıştır. 

    Bütün Müslüman çocuklar, İslamiyet’i seçen gayrimüslimler, Müslüman olabilmek için sünnet olmak zorundadır. Bu eylem gerçekleşirken insanın canı acır, kanar. Gayri ihtiyari korkudan kıpırdar, irkilir. Kaçıp kurtulmaya çalışır. İstenmeyen kaza ve yaralanmalara sebebiyet vermemek için birinin kucağına oturtulur. Fazla et parçasını inancına uygun dualarla kesenler, sünnetçi işini sağlıklı görebilsin diye kirveler seçer. İşte tam burada çocuğun kucağına oturtulacak adamın seçimi ve tercihi çok önemlidir. Kirve özenle seçilir. Hristiyanlar çocuklarını dini bir kuralmış gibi kesinlikle sünnet ettirmezler. Müslüman çocuklarını kucaklarına alır, kirve olurlar.

       Irk ve inançların ayrılık sınırlarını koruyan sosyal sistemdir, kirvelik. Hristiyanlığından şüphelenilen birinin sünnetli olup olmadığına bakılır. Çok geçerli bir yoldur. Bir dinden olabilir, dinin kurallarını yerine getirmeyebilir, bilmeyebilirsin. Bu dünyada ayıplanır, kınanır zorlanırsın; öteki dünyada cezanı çekersin. Kabulleniyor karşı çıkmıyor; fakat eksik kalıyorsundur. İşaretlerinden en önemlisi yani sünnet; kavga, savaş, olağanüstü durumlarda öldürülme nedeni olabilir. Hristiyan ve Müslümanlar için neslini, malını, namusunu korumanın yolu kirvelikten geçer. Bu geleneğin en önemli maddesi, kirvelerin kuşaklar boyunca nikâhlarının kıyılamamasıdır. Kardeş ve akrabadan daha yakın sayıldıklarından nikâh düşmediği için birbirlerinin evlerine sorgusuz sualsiz gidip gelebilirler. Kendi çocukları ve karşılıklı akrabaları arasında hiçbir şartta dini nikâh kıyılamaz.

       Müslümanlar kendi aralarında kardeş çocuklarını evlendirebilirler. Kirve başı dara düştüğünde her türlü koruma, barınma, beslenme yardımı yapar, bu korumadan dolayı düşmanlar tarafından taciz edilemez. Müslüman kirvesine yapılan saldırı kendisine yapılmış sayılacağından, güçlüler ve komşular arasından kirve seçimi yapar. Gayrimüslim, kirvesinin güvenilirliği, namusluluğu, itibarı oranında toplumda saygınlık görür. Misafirperverlik, birbirlerinin inançlarına saygılı olmayı gerektirir. Gayrimüslimler evlerinde kirveleri için temiz su ve namaz için seccade bulundururlar. Kirvelerin kirveleri de karşılıklı kirve muamelesi görür, birbirlerini ziyaretlerinde evin erkeği evde olmasa bile evin hanımı erkek görevini üstlenir ve erkek gibi ağırlar. Müslümanlar, kirvelerini kendi dini inançlarına sadakatleri ve bağlılıkları oranında sever ve “Kendi dinine sadık, iyi bir insandır. Kendi dininde kalsın” der. Bu güven ve sadakati ancak savaş ve yokluk yılları baltalamış, karşılıklı olarak birbirlerinin güvenlerini sarsmıştır. Gelişen olumsuzluklar, güveni sarsmakla kalmamış, intikam duygusu ve karşılıklı imhaya kadar götürmüştür. Tek tanrılı kutsal kitaplarda geçmeyen ebedi kirvelik Sürgücü aşiretinde ebediyete gömülmüştür. Sadece Sürgücü aşiretinde mi?

Kirve kurban gel otur.

Canım çıka çul yoktur.

Hade em herin kilerê,

Pişta tê bidim minderê.

(Hadi kilere gidelim, Sırtını mindere vereyim) " (Ramazan Ergin a.g.e)        

5. AŞİRETTE GENETİK-SOSYAL ÖRGÜTLENME

a) Yezidi Kürtlerde- 1-Şeyh 2- Pir 3-Feqir ( Fakir) 4- Qewwal ( Kevval) 5- Koçek

b) Müslüman-Şafii Kürtlerde 1-Bey 2-Paşa 3-Mir 4-Tarikat Şeyhi 5-Nazır

c) Alevi Kürtlerde Pir- Ocak- Evdal

d) Mesihi Kürtlerde Mar - Malik- Mir-Keşiş (Qaşişo)

6. AŞİRET KÜLTÜRÜNDE İÇ-DIŞ STATÜLER VE YÖNETSEL KAVRAMLAR

1. Aşiret.2. Ezbet 3. Malbat 4. Mal

a) Dış yönetsel kavramlar

Mir (Emir) Bey-Paşa- Ağa -Nazır-Çavuş

b) İç yönetsel kavramlar

2. Mahkul - Serek-Mezın-Şane

7. SOSYO-KÜLTÜREL İLİŞKİLER

 Akrabalık Olgusu

     Baba soylu akrabalık, aşiret kültüründe en az yedi babasını bilme ve sayma, ötekilere karşı, soylu ve yerleşik, atasal özellikleri ile tanımlanır. Başka aileden gelinler bile hamile oluncaya kadar kendi ailesinin hukuku ve adı ile anılır.

     Anne soylu akrabalık, aşiretsel ve kabilesel akrabalıklar, güç ilişkilerinin seyrine göre kadın üzerinden akrabalıklarla sürdürülür. Bazen bir düşmanlığı sona erdirmek, bazen bir kan davasının karşılığı, bazen de mal, güç sahibi olma ya da malını ve gücünü korumak kadından geçer. Sürgücü’de Ahmet Ağa’nın ağa olması ve gücünü  ağaları atayan Savurlu Hamdullah Bey’in kızlarından biri olan Bedriye ile evliliği, kızlarını ve gelinlerini istisnası çevre aşiretlerin o dönemki büyüklerinden alıp vermesi önemlidir.

     Evlilikler, evliliklerin yönü birinci dereceden akrabalık ilişkileri üzerinden yürütülür.” İç Evlilik"  (Endogami)  inançsal ve kültürel değer olarak günümüzde hala geçerliliğini sürdürmektedir. Aşiret ilişkilerine karşı İdeolojik, politik,  kültürel, edebi söylemlerde bulunanlarda "Amca kızı" ile evliliklere sık rastlanmaktadır.

    Geleneksel aşiret ilişkilerinin sürdüğü kırsal, kentsel hatta dünyanın bir çok ülkesine bir biçimde gidenlerde, Amca kızına talip olma (Mıheyırkırın), Berdelye- kız takası- evliliği, başlık parası (Kalen), mirastan mahrum bırakma, kız kaçırma, kan davalarının bedeli olarak kız verme, geleneksel dini nikahla evli olup başka kadınla resmi nikah kıyma gibi çok eşli evliliklerin yanı sıra dışarıdan (Egzogami)  tek eşli evlilikler de görülmektedir. Geleneksel evlilik biçiminde boşanma, şer’ i hükümlere göre yapılır.

    Kan Davaları,  kan davalarının sebepleri genellikle sahip olunan  "Toprak- Kadın " etrafında döner. Kan davaları "Toprak ve Kadın" verilerek çözülür.

     Kadın-Erkek İlişkisi (Kadının Aşiret İçindeki Yeri) :Çocuk doğuruncaya kadar ailesinin adını ve hukukunu taşır. Çocuk sahibi olduktan sonra gelin geldiği ailenin hukukunda değerlendirilir.

    Amca Oğlu Hukuku: “Etnik kökenleri ve dinleri dönemlere göre değişen aileler, aynı köken ve dine mensup olanlar arasında evliliklerini yaparken bu ağa aileleri ve etnik temsilciler ile yeni güç arasında “kan bağı” oluşturmak için özellikle güçlülerden kız alırlar. Önlerindeki tek engel Kürtlerin binlerce yıllık amca kızı – amca oğlu hukukudur. Yasası, amca oğlu isterse amca kızını gerdekten çevirebilir, ilkesine dayanır.

     Güçsüzler de güçlülere kız vermek isterler. Bu kızlar arasında kişilikli, hamarat, güzel olanları güçlüler alırdı. Güçlüler, özellikle güzel olmayan kızlarını orta halli ailelere verirler. Güzel kızlarını ise kendinden güçlülere verirlerdi. Bu ilk evliliklerden doğan çocukların baba akrabaları - amca, anne akrabalar - dayı olur. Bunu herkes bilir. Bilmedikleri bu çocukların zorunlu -evlilikle oluşan kan bağı - etnik köken, din, güç sıfatlarının yarısına sahip olduklarıdır. Aidiyetleri baba ailesinin hukukuna göre işlese de (yalnız Yahudiler annenin mutlaka Yahudi olması şartı güderler) herkes Hz. İbrahim babamıza dayanır. Hz. İbrahim, ikinci Âdem Nuh babamıza, Hz. Nuh babamız da Âdem babamıza, eksik sol kaburga kemiğimiz Havva, Eva, Evaşa, Üveyş… Anamız, kız kardeşimiz, karımız…" (10)

Yaş (Risipiler) Jir- Jirik (Erkek Bilge-Bilen) Pir-pirik (Kadın Bilen-Hekim-Ebe)

Genetik Şeyhler (Kadın-Erkek) Sağaltıcılar: Doğa üstü yeteneklere sahip, İyilik ve kötülüğe hükmedenlerdir. Hiçbir kutsal öğretiyi bilmeyen -bazı yezidi şeyhleri "Tipén Sıri" alfabeyi sadece kendileri bilir ve okur- aşiretler içinde istisnasız saygı duyulan şifa ve bela dağıtıcılardır ve onlara genellikle korkuya bağlı saygı duyulur.

8. AŞİRETİN NÜFUS YAPISI İÇİNDE YÖNETİM ERKİ OLMAYAN ETNİK UNSURLAR

     Zorunlu ve gönüllü nedenlerle aşiretlere gelip sığınan ve zaman içerisinde kökenlerini unutsalar bile onlara aşiret içinde kökenleri hatırlatılan, İpek Yolu güzergahında bir kısmı yerleşik olan Arap kökenli kabilelerin mensupları ile Osmanlının son dönemlerinde Kafkaslardan göç eden Çeçen, Çerkez vb. Kafkasi ve Türki ailelerin yanı sıra aşiret sınırlarında çadırlarda yaşayan göçebe Çingene-Mıtrıp-Karaçi-Aşık tanımlarının etnik anlamının yanında Aşıklar, yerleşik yaşam ve kuralların benimseme anlamında Aşıkların bazı kolları kendilerini Aşir olarak adlandırırlar.  "Mala Bozo" bunlardan biridir. Kabile veya aile büyüklüğüne göre de kendilerini aşiret olarak adlandıran aileler küçümsenmeyecek kadar fazladır.

     "Bizim genetik anlamda Mir’lerimiz, Şeyhlerimiz, aynı kanı taşıyan aşirlerimiz, bizi yöneten ve bize  sığınan kavimlerimiz vardı. Avrupa üzerinden gelmiş Çingenelerimiz (Cengene), Hindistan üzeri gelen Karaçilerimiz (Kereçi), Arap çöllerinden gelen (Mırtıp) Mıtrıplarımız, Kafkas ve İran üzeri gelmiş (Âşık) âşıklarımız vardır.

İran kökenli dilencilerimiz olan Parsek’ler küçümsenir, bizden olan tanrısal dilenci Feqir’ler kutsanır. Tanrı adı ve uğruna Feqir’ler zorunlu ihtiyaçlarının dışında dilenmezlerdi.

Bu topraklarda soyu sopu belli olmayan Badık; Reeyeler aşir sınıfından sayılmazlar." (11)

9. TOPRAK MÜLKİYETİ ÜRETİM İLİŞKİLERİ VE GEÇİM KAYNAKLARI

 Üretim İlişkileri ve Geçim Kaynakları

 Çiftçilik (Mülkiyet ve Toprağın Kullanımı): Güç  tek elde toplandığı için yakın akrabalar arasında kullanım ve tasarruf eşitsizliği yüzünden  aşiret içinde paylaşım, güçlülük esasına dayanır. Genelde yarıcı olarak sürülmesi , ekimi, biçimi zor tarlalarda  karın tokluğuna sığınmacılar çalıştırılır. Çocuklar buğday ve arpa karşılığı ev hizmetlerine verilirdi.

     Buğday ve arpa ekilmiş  tarlaların yakınında kuşlar konmasın diye ağaç ekilmez, ekili ağaçlar kesilirken, bağ - bahçe ve ağaçlık alanlarda hayvan beslenmez. Yakın tarihlere kadar alışveriş ve devlet memurluğu küçümsenirdi. Kaçakçılık- sınır uzaklığının dışında, her türlü ticaret ve kaçakçılık- "takas" esasına dayandığından, tütün, hayvan, çay, kumaş giderek sanayi ve üretim olmadığı için aşiret bölgelerinde ve aşiret ilişkilerinin çözüldüğü bazı ailelerde silah ve uyuşturucu ile köy koruculuğu önemli bir geçim kaynağı oluşturur. 

10. SÜRGÜCÜ (AVİNE) AŞİRETİ PENCERESİNDEN ÖMERLİ

    Stranbej, klambej, dengbej Xıdırké (Hıdır) - Husenké (Huseyin ) Omeri müstehcenlik sınırlarını aşan kemançe ile bölgede çok bilinen ve düğünlere çağrılan Stran ve Klambej olarak tanınırlar.  Hüsenké Omeri, Abdurrahim Türk’ün ölümü üzerine yakılan ağıda (Bave Lalo) dengbejlik yapmıştır.

    Kendilerine ötekilerin adlandırmasıyla teba-hizmetkar- ismi verilen "Kırassori, Kérméti (Kırmızı elbiseliler- eşek sütü emenler)" Sürgücü örneğinde olduğu gibi aşiret köyleri içinde Cılin köyü için yapılan cahil ve küçümseyici fıkra ve tanımlamalar aynı zamanda çevredeki aşiretler için köyün baglı bulunduğu bütün Sürgücü (44 köy) için kullanılmaktadır.

Mahmudki-Edmanki kollara ayrılmaları.

        "Bütün sınırlarının olduğu aşiret reisleri ile arası yoktu. Dönem dönem onların köylerine bile baskın yapmış bir ağa idi.(Ahmet ağa) Dimili aşiretinin köylerini basmış, Kurelilerle birlikte, hayvanlarına el koymuştu. Ömeryan aşiretinin köylerini Sürgücülerle basmıştı. Birkaç adamını öldürmüştü. Ömeryan aşiretinin liderlerinin kasırlarını kuşatmışlardı. Kayınbabası Heci Begin’in  gazabından çekinmeseydi köylerini de topraklarına katacaktı.

       Ömeryan aşiretinden Êdman ve Mahmut kardeşler babalarının ölümünden sonra yaşadıkları kasır dâhil bütün köylerini, arazilerini yaşayanları ile birlikte ikiye bölmüşlerdi. Aynı evin içinde yaşayan iki kardeş birlikte içtikleri kahveyi ikiye böler ve  kendi köylülerine yaptırır ve getirtirlerdi. Zamanla köylüler Mahmutki, Êdmanki şeklinde taraflara bölünmüş, ağalarının çıkarları için birbirleriyle kavga ederlerken iki kardeş sohbetlerini kahkahalarla sürdürmüşlerdi. Dağın yamacında kurulan kasrın balkonundan ölümüne kavga eden taraftarlardan kimin kazanacağı üzerine bahse girerlerdi. Ömeryan köylülerinin ise ,bu tartışma ve kavgalardan, aralarında düşmanlık oluşmuş düğünde oynadıkları folklörü bile Mahmutki, Êdmanki diye iki stile dönüştürmüşlerdi. (Günümüzde bile Mahmutkiler Êdmankileri Êdmankiler Mahmutkileri sevmezler." (12)

11. AŞİRET KÜLTÜRÜNDE BAZI OLGULAR VE MİMARİ

  -Ev içi hizmetkar

Navmali-gulam) Peya -( Hizmetkar- Yaver) Peyaye Tıfıngé (Silahlı adam, yaver)

-Tarlalara bakan hizmet erbabı

Pale (Çapa yapan)  Cotkar(Çift süren)

-Hayvancılık yapan çoban

Şıvan (Küçük baş hayvan çobanı),  Gavan (Büyük baş hayvan çobanı)

 Gazve (talan), Eşkiya,  mahkum, firar 

 Beş (imece, yardımlaşma)

 Şergele - Egit - Mér - Merxas - Merkuj

Mimari:  Aşiretlerde tarım ve ziraate dayanan inanç ve gelenekler  mimariye yansımıştır. Toprak, taş  ve ağaçlardan oluşan, iki katlı, ahırı evin alt katında olan, yukarıdan açılan bir gözenekle ahırın hayvan ifrazatının toplandığı yerin üstünde kışın kullandıkları tuvalet-banyo "deliği" vardır. Baharda bunu gübre olarak  tarlalarda kullanmak için havalandırırlar. Fazla kalanı yazın tezek olarak kullanmak için kurutmaya bırakırlar. Havaların uygun olduğu zamanlarda kapalı yerde tuvalet ihtiyacını görmek Yezidi inancına göre "günah" sayıldığından açık alanları kullanırlar.

Evin ikinci katında zahirelik (Kevar), mutfak ve misafir salonu olarak da kullanılan ve mutfağa (tıfık) yakın bir veya iki oda bulunur. Yakın akrabalar arasında evler birbirinin avlusuna ya da  damına dönüşür.

Gayr-i müslim ve geçmişte ağalık yapanların evleri ise güç, kudret, varsıllık oranında "Kasra (Şato- köşk)" dönüşür.

    "Köylerde servet ve hâkimiyetin en büyük eserleri değirmen ve kasırlardır. Awina’da üç değirmen vardı ve sahipleri hep ağalardı. Aşê İso Fendi, Aşê Xızna Süleyman’ın, Aşê Osman, Osman’ın değirmeniydi. Bu değirmenlerin denk taşları gibi olan güçleri, karşısındaki güçsüzleri buğday tanesi gibi öğütürdü. Sürgücü köyünde sayısız kasrın taşları günahın, sahipleri talanın tarihine tanıklık eder. Ayakta kalmış, hala ev olarak kullanılan kasırların bilinen adları: Kesra Şaşîn - Şaneşîn, Kesra Başika (Şahinler), Kesra Mala Circîs, Kesra Mala Muro, Kesra Usê Emmasê. (13)  

Kilisesi olmayan Avina köyünde bu kasırlar aynı zamanda ibadethane (Kilise) olarak kullanılmıştır. 

12. AŞİRET KÜLTÜRÜNDE BAZI DEĞERLER

      Kirvelik, cesaret, cömertlik ve misafirperverlik, fedakarlık, ağırbaşlılık, erkeklik olgusu, baht (Bext) gibi değerlerin yansıra abartma ve yalan çok fazladır.

"Hikâye Kürtler arasında, hiçbir eğitimin olmadığı, yaşanan olayların mesellerle pekiştirildiği, sözlü tasavvurların gerçeklerden soyutlandığı, olayı yaşayanların bile yaşadıklarına yabancılaştıkları bir anlatıma dönüşür. Yusuf ve Züleyha’ya döner, Mehmet ve Fattuma.

     Kendi aidiyetleri ile ilgili olaylarla o kadar meşgul  olurlar ki bütünü her zaman kaçırırlar. Yaşamlarındaki acılarını, hastalıklarını anlatmayı severler. Çektikleri acılar şikâyete dönüşür. Akrabasını gerçekte şikâyet edip yargılayan sözcüklerde bile, aslında dinleyenlere inceden bir mesaj ya da küçük bir sözcükle gözdağı veriyordur. Arada inceden “Ne yapalım, bizimde bir delimiz var. Atsan atılmaz, satsan satılmaz.” Vur dediğinde öldüren biridir. Bazen bu konuşmalar öyle bir hal alır ki şikâyet ve kötülemeler, vurgular ve abartılarla, birbirine karışır. “Ben” diye söze başlanır “biz” diye bitirilir.

    Güç ile ayakta kalmak zorunda olan herkesin, birinci ya da ikinci dereceden düşmanlığı yüzyıllardır sürer. Hatta bazen ne zaman ve ne nedenle başladığı bile unutulan, nesiller geçtikçe araç ve biçim değiştiren bu düşmanlıklar gölge gibi kendisini takip eden; beynini, yüreğini, bedenini kemiren bir zorunlu aidiyeti besler." (14)    

    Sürgücü köylerinde konuştuğum kişilerin aileleri ile ilgili yalan ve gerçekler karşısında "Her gerçek yazılmaz." yaklaşımı ile nine ve dedelerini abartanlara, başkalarından duydukları olayları aşiret ve ailelerine mal edenlere, hatta masallardan aile şeceresi çıkaranlara tanık oldum. Çirok ( Masal) "Buna benzer ifadeler zamanla bir efsane biçiminde dilden dile dolaştı. Kasr yükseldikçe, hikâye de zenginleşti. Hz. Musa, Hz. Davut, Yusuf ve Züleyha hikâyesi Mehmet Ağa’ya uyarlandı. Altının gücü ve efsane denk hale getirildi. "  (15)

    "Nesep takip edince kimin kimlerle nereye ulaştığı, nerede kesildiği bilinir. Geçmiş nesillerin üremesi üzerine kurulduğundan tarihi kayıt; unutmama, bilgi birikiminin aktarılması ihtiyacı fazla kendini göstermez. Nasıl olsa herkes geldiği kaynağın, atanın artı ve eksilerini taşırdı." (16) 

Topraksız ağa aileleri ile aşiret sahibi olmayan toprak sahibi ağalar   mevcuttır.  Bir kaç köy sahibi bey ailelerinin içinde,  sahip oldukları köylerde iki dede öncesinin mezarları bile  olmayan "Sıpahi beyi" aileler vardır.

13. EĞLENCE BİÇİMLERİ VE BOŞ ZAMANI DEĞERLENDİRME

    Gece - Sewbıherık: Gündüz - Berberojık günün bütün gerçek, yalan, dedikodu, bilgi, karar, şakalaşma şeklinde geçen ve  çalışmayıp değerlendirdikleri zamanıdır. Kadınların çeşme başı ve tandır muhabbetleri aynı işlevi görür.

     Taziye (Şin): Acının büyüklüğü ve ölme biçimine göre dışarıda üç gün, içerde kırk gün sürer. Kan davası ölümlerinde intikam alacaklar taziye kabul etmezler. Yasları intikam alınıncaya kadar sürer.

     Düğünler ve Müzik: Stran - Stranbej, Klam - Kılambej genelde çalgısız olarak inançsal (Yezidi-Müslüman) olarak söylense de düğünlerde bu iş geleneksel olarak   "Aşık"lar tarafından davul-zurna-kaval - kemançe çalınarak yapılır. 

     Dengbejlik:"Kimi ağıtlar, bazen yıllarca başka aşiretler arasında ve  sadece dengbejler tarafından söylenirdi. Kürtler için söz tanrısaldır. Acı, sitemkar insanlar tarafından çalınan tanrısal bir müzik aleti gibidir. Sitem duygu ve acı ile ortaya çıkar, aidiyet ile mayalanır, öfke ile intikamla bilenir. Zaman ötesi güdülen bir dava olur.

     Kılamê: Kadim (Baki tanrı sözü) Tanrısaldır ve kalıcıdır. Kalıcı olan zamansızdır. Kadimdir. Mutlaktır. Bir şekilde söz yerine ve değerine ulaşır. Her şey ayaklar altına alınır ama söz ayak altına alınamaz. Tanrı’dan olanı Tanrı’nın almasına olan sitemdir. Yine Tanrısal olan bir sitemle, ölüm ve yaşamın uç sınırında, ölüm anında, her ölüme ve ölüye ağıt yakılmaz. Yaşamın ve ölümün kutsanmasıdır, kılam. Erken ve haksız ölümlere yakılan ağıttır ki ölenin ardından en çok yananın o andaki doğaçlama öyküsüdür.

     İlk ağıdı yakan, kılamı söyleyen, anne, kız kardeş, sevgilidir. Sevinçleri “Stran’, acıları ‘kılam’ ile dile getirirler. Stranda bir kadın çalgısız söyler, erkek ve kadınlar tekrar ederler. Kılamda her kadın acıya yakınlığı kadar acısını tekrarsız dile getirir. Ses ve söz ustası kadın, erkek dengbejler tarafından dillenir. Erkekler kendi odasında öfkelerini, acılarını sükûnetle bilerler. Kadınlar acı ve öfkelerini ağıtla besteler. Dengbejler  tanıklığın tanrısal, sözlü çalgısı olur." (17)

14.YAŞANTI ÖZELLİKLERİ

     Etnik Durum: "Başka nesiller ile birleşmeden doğan çocuklardan oluşan bir kan bağıydı bu. Onların da çocukları arasındaki evlilikler, dayı- yeğen hukukuna bir de amcazadelik hukuku karıştırır. Bazen bu tür izdivaçlar düşmanlığa son verdirme adına yapılırdı.

     Düşmanlar arasındaki kan davaları, toprak, para, ya da kan bedelidir, kız verme ve bu yolla barış sağlanır. Kız kızla takas edilir. Kız (berdel) ile düşmanlıklara son verilir. Kız ile akraba olunur. Kız ile onurlanır, onursuzlaşır. Kan akrabalığına, toplumsal kast girince bu tür evlilikler artık eşit ya da daha güçlü kastların kendi aralarındaki izdivaçlarla devam ettirilir. Kürtler arasında kast sistemi kadın üzerine kuruludur. Bütün yaşamsal değerlerden önce gelir.Toprak bile öğretisini kadından alır. Yaşamın adıdır kadın. (Jîn-kadın; jîyan-yaşam) Kadın, dışarıdan gelenlerce değişen, değiştirilen yeni toplumsal değerlerle, eski değerlerin çatışmasının, uzlaşmasının adıdır. Kutsal öğretilere, yazıya, kayıt altına almaya, gerek duyulmayan, kan öğretisi ile gizli tarihidir." (18)

     Dinsel Durum- Kürt aşiretlerde ;

a) Hiç bir kutsal öğretiyi bilmeyen, zamanla Yezidi öğretisini unutan genetik Şeyhler

b) İktidar, arap, ehl-i beyt kökenli Şeyhler

c) Tarikat  öğretisine göre el alıp veren Şeyhler

        Bölgemizde " Sultan Şeyhmus" Sultané Evliya ( Evliyalar Sultanı) olarak anılır. Aslen Yezidi Şeyhi olduğunu Şengal Dağı’ndaki akrabaları söyler.

"Ahmet Ağa ve adamları Mardin’den Sürgücü’ye gelirken sürekli Kanigenik Köyü’nün yolunu kullanırdı. Bu köy aynı zamanda Sürgücü aşiretinin coğrafi sınırlarının başladığı ilk köydü. Mardin’den gelirken Kanigenik Köyü’ne üç kilometre kala yolun sol tarafında Sultan Şeyhmus Köyü ve türbesi vardır. Ağa bu köyü ziyaret eder. Sultan Şeyhmus doğduğu bu topraklardan dini eğitim almak için gittiği Şam ve Bağdat’tan (Sultane Evliya) Evliyalar Sultanı sıfatıyla geri dönmüştü. Allah’ın sevdiği kullarından, keramet sahibi, iyilik ve kötülüğe hâkim, ermiş biri olarak tanınırdı. Hakkında pek çok rivayet vardır. Cinlerin çarptığına, cinlerin musallat olduğu insanların  bedeninden cinleri kovduğuna inanılır. Büyük ateşlerin içinden yalın ayak geçtiği halde ayaklarının yanmadığı gibi (Zerdüşt - İbrahim), küçük bir çocuğu ateşin içine oturtup çocuğun üşüdüğüne tanıklık edenler vardı. Ateş onlarla dosttur. Çılkani (kırk çeşme) adıyla anılan türbeden uzakta ayaklarını vurduğu her yerden su fışkırır. (Hz. İsa ve Hz. Musa) Hatta daha da abartılır  ve giderek dağınık kırk tane çeşmeye dönüştüğü, uzun süre burada yaşadığı, kendisini ziyarete gelen kırk askeri bir avuç pirinçle doyurduğu, kırk askerin de doyduğu ve hatta yemeğin önlerinde kaldığı mucizeleri (Hz. İsa) anlatılır. Evliyalar sultanının sürekli üzerinde oturduğu bir taş vardır. Ayakta olduğunda bir ayağı Şeyhan Köyü’nde, diğer ayağı Bağdat’tadır.

Gaybı bilir, iki dünya arasında rahat yolculuk yapabilir. Oturduğu taşa” Git” dediğinde taş havalanır. Dur dediğinde durur. Taşın üzerinde uçarak istediği yere gider. Ölmeden vasiyeti üzerine yola yakın defnedilir. Mezarı türbe haline getirilir. Türbeyi ziyaret ederek kendini ayaklarının altına atan insanların dileği kabul olur. Ancak bu dileğin kabul olması için ya hediye sunulur ya da kurban kesilir. Güç ve zenginliklerine, isteklerine göre insanların kestiği hayvanın büyüklüğü de değişir. Deveden tavuğa her şey olabilir ama mutlaka kan dökülmeli. Zamanla öteki Kürt aşiretlerine kerameti yayılır.

 Özellikle erkek evlat sahibi olmak isteyenlerce yapılan ziyaretin dilek kabulünün sonucu Şehmus adları çoğalır. Adına dilekte bulunulan kişinin alnına kesilen kurbanın kanı hac şeklinde sürülür. Türbenin içindeki mezarının üstünde kesk (yeşil) örtüden bir parça kesilir. Kesk (yeşil, ziyaret yeşili) keska kalodur. Kürtçe’de mavinin  karşılığı yoktur. Yezidi inancına göre mavi en büyük düşmandır. Bu parçayı koruyucu ve iyileştirici amaçla yanlarında taşırlar. Türbeye bakan ve kesilen kurbanın derisi ile sağ but ziyaretindir. Sultan Şeyhmus’un torunları olan ailelere verilir. Her aile sırasıyla bu deri ve etleri alma hakkına sahiptir. Köyün tümü Sultan Şeyhmus’un torunudur. Yakın köyün adı Şeyh Aliyan’dır.

Ahmet Ağa ve adamları Sultan Şeyhmus’a varırlar. Sultan Şehmus’un torunlarından biri onları karşılar. Sohbete başlarlar. Torınen kalıko (yaşlı dede, bilge torunları) olduklarını söyleyip aynı kanı taşıdıklarını söyleyerek “Çelıke mara be jahr nabe” (Yılanın yavrusu zehirsiz olmaz) der ve  konuşmaya devam ederler:

    - Bütün makamların üstünde Allah vardır. Yeryüzünde makamı yüksek Allah’ın dostları vardır. Ona ve ocağına saygısızlık edenler çarpılır. Kalıko torunlarına zarar verenlerin ocaklarının üzerinde oturur. Onlara ve çocuklarına kalkan ellerin taş kesileceğini, alay eden dillerin tutulacağını, bedenin felç olacağını ancak Allah dostu ve torunları affederse iyileşeceğini sadece kötülük eden değil kötülük edene ait olan mal ve canın da zarar göreceğini anlatır." (19)

 Din-Örf-Adet İlişkisi eğitim durumuna göre değişir. Müslüman olmuş Kürt aşiretlerinde "Nakşibendi" tarikatının büyük etkisi mevcuttur.

15. LİDERLİK

     Aşirette merkezi otoritenin dışında liderin belirlenmesi genetik özellikler taşır. Coğrafi aşiretlerde, Aşir olan dağlılarda, hükümranlık aşiretlerinde liderlik genetiktir ve aynı babanın çocukları arasında sürdürülür.

 Liderin Vasıfları ve Sorumluluklar: Ne koşulda olursa olsun aşiretin içinde ve dışında güçlülük esas alınır. Kendi akrabaları arasında ciddi çatışma, ölüm ve düşmanla işbirliğine vardırılan liderlik kavgaları kayıtsız, şartsız tek otorite olma, içerde ve dışarıda aşireti temsil etme yeteneği gösterme becerisi esas alınır.

    "Meznantı ji kürsiya agirê, kuna herkesi tahmul nake. (Liderlik, közden bir taburedir. Herkes oturmaya tahammül edemez.)

      Büyük olacak kişi, herkesi memnun etmek, herkes adına karar vermek, dengeler kurmak, mutlak yaşamsal doğrulara, içerde ve dışarıda sosyal kurallara (aşiretler arası sözlü kurallara) uymak zorundadır. Lider; bir dediği iki edilmeyen, kararlarının doğruluğu yanlışlığı sorgulanamayan, tanrısal güç bahşedilmiş bir kurbandır. Kan bağı olan aileler önce  Mal (ev, aile),sonra Malbat (bir babadan oluşan bir kaç ev, aile),daha sonra Ezbet (birkaç babadan oluşan ev, aile) ve nihayetinde aşiret (bilinen en eski babadan bu yanı kan bağı olanlar)tir. Her evin bir büyüğü vardır ve  büyüklerin kendi aralarında seçtiği büyük de  aşiret lideri olur. Zamanla aşiret kavramı kan akrabalığından aynı coğrafyada yaşamanın adına dönüşmüştür.

    "“Hespê çê emê xwe zede dike” (İyi at yemini fazlalaştırandır) derler, doğrudur.)

       Hükümranlıklar el değiştirdiğinde, hiçbir yetkisi kalmasa bile, erkleri son bulmuş, kökeninde ağalık yapmış birinin bulunduğu aileler tebaalarla aynı muameleye tabi tutulmaz. Ağa sıfatları hep baki kalır. Ağalık kurumuna saygının aksine, bütün köylüler onların kökenleri  ve geliş biçimleriyle ilgili tarihleri bilir. Ayrıcalıklarını sürdürür, hükümranlık alanlarını korurlar. Osmanlı paşasından yetki alabilmek için güçlü ve zengin olmak gerekir. Sadece güçlü olmak yetmez, düşmanını da güçsüz kılmak gerekir. Doğal rekabet, kan dökülmese bile düşmanlık gerekçesidir.

    Aile içinde büyüklüğüne, öz ya da amca oğlu olmasına bakılmaksızın herkesin reis olabilme şansı vardır. Büyüklere kayıtsız şartsız saygı göstermek liderlik söz konusu olunca değişir ,büyük-küçük, kadın-çocuk aile içinde lidere itaat eder. Lider yaşlandığı zaman, diğer bireylerin aile içinde kendini ispatlama kavgası başlar. Lider, atalarının kanını taşıyan, aileyi ileriye götürebilecek herhangi birini yerine varis olarak seçebilir." (20)

    Aşiret içinde ve dışında liderliklerin nasıl el değiştirdiğine ve ötekilerle kurulan  ilişki biçimini anlatması açısından Hanna Dolapönü’nün “Tarihte Mardin” adlı eserine bakmak gerekir.

     " 1917 yılında Mustafa Kemal, Resulayn üzeri Mardin’e gelmişti. Xıdır Çelebi Kömürlü’nün evinde kalmış, aynı günlerde tarihi Mardin evlerinin birinde Alman karargâhını ziyaret etmiştir. 1918 yılında Osmanlı mutasarrıfı Mustafa Nadir Bey ile galip devletler adına İngiliz siyasi hâkimi Nuel, Mardin şehrini savaşsız almak için eşraf ile konuşmaya gelmiş, eşraf karar bildirmemiş, Süryani Patriği 3. İlyas Şakir Efendi’ye danışmışlar  ve “Türk idaresinden başka bir idare istemiyoruz” demişler. Patriğin önerisini Mardin eşrafı oybirliği ile kabul etmiş. İngiliz siyasi hâkimi Noel, bu cevap üzerine Derik ilçesine geçmiş. Salih ve Necim Ağalar İngiliz Noel’e sıcak bakmamış. Mardin’i işgal için kuvvet toplamaya Viranşehir ilçesine gitmiş, İbrahim Paşa’nın oğullarını elde etmiş, Urfa ve Siverek birleşerek isyan çıkarmış, Diyarbakır’daki Elcezire kumandanı Nihat Paşa, Necim Ağa’nın çocukları Salih ve Abdi ile beş yüz kadar asker bu isyanı bastırmışlar ve isyancılar Suriye’ye kaçmış. Necmi  Ağa’nın çocuklarına gösterdikleri kahramanlıktan dolayı İstiklal madalyası verilmiştir. 1919 yılında Londra’da yapılan galip devletler antlaşmasına göre doğu ve güneydoğu illeri Fransızlara terk edilmiş, Mondros Antlaşması’ndan faydalanıp, bölgeyi işgale başlamışlar. Mardin hariç Maraş, Antep, Urfa ve diğer iller işgal edilmiş, Mardin mıntıka kumandanı Yarbay Kenan Bey milli bir teşkilat kurması için Millizade Eyüp Önen’i memur etmiş. Fransız askeri birliğinin başında diplomat Norman varmış. Mardin şehrini yanındaki subaylarla teslim almaya gelmiş, geldiği gibi Kenan Paşa’nın araya girmesi ile canını bile zor kurtararak gerisin geriye gitmiştir. " diye yazar.  

Derik ilçesinin etrafında  kürt "Rutan" aşireti yaşar.

16. AŞİRET HUKUKU

     Aşirette örfi (Gelenek-Görenek) hukuk  geçerlidir. İktidar biçimlerinin hukuklarını egemen kılmaya çalışan aşiretler  bile zaman zaman  geleneksel töre hukukunu da uygulamıştır. İslam inanç esaslarını aşan ve gelenekle bütünleşen şer’i hukuk en çok kan davalarının devamı ve çözümü olarak kendini gösterir.

    Günümüzde nadiren görülen modern hukuku kullanma biçimi güç çatışmalarında kendini gösterir. Esas olarak gelenek ve göreneklere göre aşiret içi ve aşiretler arası gözetilen hukuk kendini "Töre" olarak gösterse de ihtiyaç durumunda öteki hukuklar da devreye girer.

    "Bin yıl önce Arap ve Kürt kökenli din adamları Cizre üzerinden İslam’ı bölgeye getirirler. İslam, hukuk ve şeriatı  “El ketli bil ketlu” (Katleden katledilir.) anlayışını gerektirir. Kısasa kısas anlayışının yanında  toplumsal düzenin sağlanması için İslami adalet gereği suç işleyenin cezalandırılması, suç oranında bedel ödemesi gerekir. İş katilin, haksızın, bedel ödemesine gelince Kürtler’de bu durum  bir başka hal almaya başlar. Katilin cezası, mallarına el koyma ya da talan etme ile sonuçlanmaz. Kadın sadece neslin namusu için öldürülür. Kan temiz kalmalı, babalık hakkı kesin olmalı. Direnen ailenin, erkekleri, erkek çocukları, hatta beşikteki erkek çocuğu bile katledilir. Kanını alma hakkı sadece erkek çocuklarında olduğu için, geleneksel yaşamda çocuk da olsa erkek, erkek gibi olmalı. Kana dayalı yaşam ile dava, toprağa yansır, toprak için kan, kan için toprak alınır. Bütün hukuk kan ile kendini korurdu." (21)

Yezidi Kürtlerde "Şeyh soyundan" gelenler ile "Pir" soyundan gelenler hiç bir şeklide Qewwal ve koçeklerle evlilik yapamazlar. Yezidi inancına sahip olmayan birine kız verilemez. Ancak iyilik ve kötülük yapabilen, hastalık veren ve sağaltan mistik figürlere sahip şeyhler sadece onların bildiği eski töre ve söylenceler, yasa bilicilerdir.  Yezidi  Şeyhler anlaşmazlık durumunda kendilerine başvurulan    "Tipen sırrı" dedikleri yazı ile yazılan (Mıshefa Reş ( kara kutsal kitap), Kitabı Cilve- vahiy kitabı) özel işaretleri bilen tartışmasız uyuşmazlık durumunda başvurulan kişilerdir. Qewwal ler kutsal kelamları ezbere bilen, belleklerinde tutan ve aktaranlardır.

Müslüman Kürt aşiretlerinde yaşamsal törel yasalarını ağalar, sağaltım, yağmur yağdırıcılık, nuska, efsun müslüman olmuş geleneksel Yezidi şeyhi, tarikat şeyhi ve mollalar tarafından sürdürülür. Yasa ve töre akratacılığı "Dengbejler" vasıtasıyla yapılır. 

 SONUÇ

       Aşiret tanımları üzerine geçtiğimiz  yüzyıl içinde bilinen çalışmalar sırasıyla Ziya Gökalp, İsmail Beşikçi, V. Minorski,  Matin Von Bruinessen’indir. Bunlar "aşiret yaşamı ve kavramları" etrafında oluşan kurumları açıklamaya çalışan kendi içinde değerli çalışmalar olarak farklı anlayışlara kaynaklık etmişlerdir. Adı geçen araştırma- tarih ve bilim insanlarının  kabul-red üzerinden geliştirdiği  akademik-politik kavramların  yanı sıra Kürt kökenli yazın ve düşün insanlarının dışarıdan ideolojik-politik, içerden kendi aşiret ve aile tanımlamalarını övünç ve utanç temelinde anıtlaştıran bir tarih anlayışı  görmekteyiz.

      Kendi aşiretim üzerinde  yaptığım -yaşanmış bir olay üzerine- araştırmada yapılan tanımların ve belirlemelerin çok dışında bir kendini ifade edişle karşılaştım. Bu nedenle "sebep ve sebeplerin" doğru olarak anlaşılmadığı kanaatini hala taşıdığım için "sonuç" ile ilgili çok şey  söylemeyi, kendi ayakları üzerinde duramayan birey ve toplumların bir yere ve güce sığınma ihtiyacının hala farklı biçimde devam ettiği dünyamızda henüz  erken buluyorum.

      Büyük ötekilerin kabul - red, yandaş-düşman tanımları üzerinden kendi büyük ve küçük ötekileri tarihin bilinçdışına itilenleri, tarihin bilinçdışına itilme tehlikesine düşürse de bu çalışmaları emek-zahmet-niyeti konusunda ortak bir bilinç oluşturmaya yönelik çok değerli çabalar olarak görmek ve sürdürebilmek lazım. Bu çabaları Kürtler’in kent yaşamında da bir şekilde sürdürdükleri aşiret yaşamının olumlu-olumsuz bazı biçimlerini kendi içinde ve dışında "sorun" olarak görenlere Albert Einstein ın " Hiçbir problem onu yaratan bilincin seviyesinde çözülemez." sözünü hatırlatmak isterim.

Bu konunun farklı etnik- ideolojik- inançsal perspektiflere sahip düşünce insanını,  bana göre bu yanıyla bir ilk olan "Uluslararası Ömerli  ve çevresi Sempozyumu" çatısı altında bir araya getiren Artuklu Üniversitesi, Şarkiyat Enstitüsü, Ömerli Kaymakamlığı ve Belediye başkanlığı yetkililerine, katılımcılara ve sempozyumda emeği geçen herkese devamını dileyerek, teşekkür ederim.

*Ramazan Ergin (Eğitimci, Araştırmacı-Yazar)

(1)Ziya Gökalp, Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler, Toker Yayınları, İstanbul 1999

(2) İsmail Beşikçi, Doğu Anadolu’da Göçebe Kürt Aşiretleri, Yurt Yayınları, Ankara 1992

(3) V. Minorski, Kürtler ve Kürdistan

(4) Martin Von Bruneissen, Ağa, Şeyh, Devlet

(5) Ramazan Ergin, Kanın Gizli Tarihi - Reşo Kuri, Do Yayınları, İstanbul 2007

(6) Sayfo d Otoroye - Kaldoye-Seryoye, Mezopotamya Entitüsü, 1998

(7)Jozef Nacım, Asur Keldaniler ve Ermeniler Mezxopotamya Enstitüsü, Almanya 1999. Orjinal basım Les Assyro - Chaldéens et les Arméniens, Josep Naayem, 1920)

(8) age, syf 199

(9) Ramazan Ergin, Awine ya da Kanın Gizli Tarihi Reşo Kuri, Do yayınları, 

istanbul 2007

(10) Ramazan Ergin a.g.e (11) Ramazan Ergin a.g.e (12) Ramazan Ergin a.g.e (13) Ramazan Ergin a.g.e (14) Ramazan Ergin a.g.e (15) Ramazan Ergin a.g.e (16) Ramazan Ergin a.g.e (17) Ramazan Ergin a.g.e (18) Ramazan Ergin a.g.e (19) Ramazan Ergin a.g.e (20) Ramazan Ergin a.g.e (21) Ramazan Ergin a.g.e

22 Haziran 2022 Çarşamba

Kanın Gizli Tarihi Kitabı - RAMAZAN ERGİN

Kitap, Mardin Sürgücü ve ona bağlı 33 köyün 350 yıllık tarihini anlatmaktadır. Kitapta Savaş, Seferberlik, Sefalet, Kıtlık, Açlık, Ölüm, Sürgün, Göç, Dram, temaları, olayları yaşamış gerçek kişilerin anlatımlarıyla hikayeleştirilmiştir. 152 sayfadan oluşan kitapta onlarca resim ve Arapça tarihi belge mevcuttur. Reşo Kuri kitabını 2007 yılında DO yayınları tarafından sınırlı sayıda yayınlanmıştır. Kitap şu anda tükenmiştir.

ATFETME

Bu kitap yaşamımı derinden etkileyen-rastlantı veya düzen- Rakam ve Harfe adanmıştır. Bütün “A” lar adına.

ÖNSÖZ

Yazılanlarda yaşanılan iyi şeylerden bahsedildiğini görmememizin nedeni kötü şeylerin bizde daha derin izler bıraktığındandır. İyi ve kötü şeylerin birbirine dönüşmesinin bunda büyük payı vardır. Yazma nedenimizi başkasına anlatmadan önce kendimize sorduğumuzda iyi ve kötülerin biz ve ötekiler için bıraktığı izin derinliğini sorgulamadır. Bütün Eski kentler gibi dar sokakları ve duvarları taştan bir mahallede yaşayan altı-yaşında bir çocuğun gerçek bir köy yaşamı yüzleşmesinden günümüze ses ve kokular birbirine karışır. Birinde Evleri kuşatan mahaller, mahalleleri kuşatan Surlar taştan kentte doğmuş özgür “ben” arkadaş, yoldaştır. Ötekine kuşatan evler ve mahalleler kerpiç ve topraktan Köye ait köle ”biz” hısım, akrabadır. Ben ve egemen Babanın kültür dili Türkçe’dir. Biz ve ezilen Ananın dili Kürtçe’dir. Yaşamın ve yaşantının hikayesi bu kadar basit değildir. Olan ile olması gereken mücadelesinde ait olan bizin içinden çıkan ben, özgür benin içinden çıkan biz yani iyi ile iyi, kötü ile kötü arasındaki, görünenin içinde görünmeyeni anlatmaya çalışan insan veya insanlık dramıdır.

ANLATI ÜZERİNE BİR KAÇ SÖZ

Bireyin kendi yaşamı ile yaşamın kendi üzerinde etkisi arasındaki fark kuyu ile testi gibidir. Bir işe başlama nedeniniz ile sonuçları arasındaki nereye gittiğini bilen birinin nasıl gidileceğinin birden fazla seçeneğe bağlı olduğunu anlamasıdır. Düşünürün dediği gibi kuyu ile testi arasında “ip” vardır. O yüzden “kuyu derin değil ip kısadır.” Canlılarla yaşam arasındaki ip insandır. Bir tek insan aktarma ve köprü görevini üstlenir. Bunu yazılı veya sözlü bellek ile yapar. Toplumlarda bireyler gibi kendi pencerelerinden bellekler yaratırlar. Bu bellekte olan ile olması gereken farklıdır. Olan şeyler farklı pencerelerden bakılsa da tektir. Olması gerekenler sayısızdır. Olanları kişiler ve toplumlar bellekleştirirken ya övünç ya utanç ya da anıtlaştırmak isterler. Eleştirel bakıldığında övünme-utanç-anıt birbirine dönüşebilir. Yaşamın devasa büyüklüğü karşısında bireylerin ve toplumların acizliği yaşadıkları “kuyudan alabildikleri su “kadardır. Ait olduğu toplumun değerlerini kendi değerleri ile anlatmak ve toplum ile kendi değerlerini bütünleştirmek yanılgısına düşmemek için çatışmalar pahasına üçüncü şahıs olabilmektir. Şahsımıza ait olduğunu iddia ettiğimiz-bizi biz eden “değerler” bütününün ne kadar içinde ve dışındayız? Zorunlu ve gönüllü kimliklerimizi hangi koşullar biçimlendirir? Kuyu mu?, ip mi? desti mi? su mu? Genetik-Sosyal- Kültürel belleğimizde “genetik kan tarihi” hangi sevgi –nefretimizin mayasıdır? Yazılı veya sözlü hangi uygarlık –felsefe-din-ideoloji-kültür “kan hukuku”nun dışındadır? Hangi duyu organımız “kan” olmadan hisseder? Gönüllü ve elimiz kolumuz bağlı bir bulut gibi kişilerden topluma-köylerden aşirete-aşiretlerden uluslara “kendi-öteki olan”ları olduğu gibi-görünenin içinde görünmeyenle-küçük bir yerleşim biriminde geçen “insan” dramıdır. Bu eser: Yalanın gerçeğe, gerçeğin bilmeye, bilmenin güce, gücün acıya, acının söze, sözün yazıya, “gerilmiş ip gibi” dönüştüğünün anlatı çabasıdır.

RAMAZAN ERGİN, 1961 yılında Diyarbakır’da doğdu; İlk, orta, lise ve üniversite eğitimini yine Diyarbakır’da tamamladı. Mardin ili Savur ilçesi Sürgücü (Avine) köyüne kayıtlıdır. Yazar, Diyarbakır’da Ziya Gökalp lisesinde Almanca öğretmenliği yapmaktadır. REŞO KURİ yazarın ilk çalışmasıdır.

Telefon: 0 555 341 97 47

E-mail: ramazanergin21@hotmail.com

KİTAPLA İLGİLİ YORUMLAR

KİTAP İLE İLGİLİ SOSYOLOJİK ANALİZ

Tarih algısı toplumsal değil siyasaldır çoğunlukla. Bizler tarihi öğrenmekle daha çok büyük olayları, büyük şahsiyetleri ve devletleri öğrenmiş oluyoruz. Sanki tarih, sadece büyük insanların, büyük devletlerin ve de büyük söylevlerin tarihidir ve olanca ağırlığı ile halk, sadece bunlar tarafından biçimlendirilmiş birer tamamlayacı öğedir.

Yakın bir zaman önce, Diyarbakır"ın önemli entelektüel simalarından olan Ramazan ERGİN tarafından kaleme alınan “Kanın Gizli Tarihi REŞO KURΔ isimli anlatı, şu üç şeyden ötürü klasik bir tarih çalışması değildir: Birincisi; yer, zaman, şahıslar ve olay örgüsü itibariyle baştan sonra gerçektir, yaşanmıştır ve belgeler ile desteklenmiştir. Yani hikayedir ama yaşanmıştır; bir tarih kitabıdır ama hikayedir. İkincisi; bir sarayın, kralın, devletin, imparatorluğun, peygamberin vs. değil, “sokağın” tarihidir. Kitabı okuduğunuzda sokaktaki adamı görüyorsunuz, sokaktaki adamın imparatorlukla, devletle, ağayla, dünyayla vs. ilişkisini görebiliyorsunuz. Üçüncüsü; Kürt tarih yazıcılığı itibariyle emsalsizdir, ilktir ve Kürt tarihsel/toplumsal örüntülerinin, kısaca Kürt toplumunun analiz edilebilmesi için belgesel bir anlatıdır.

Kısaca kitap tarih yazıcılığı itibariyle ilgi çekicidir. Hem Kürtler"in klasik şifaî /Sözlü anlatımından izler taşır hem de belgeseldir.

Mardin"in Sürgücü aşiretinde, 19.yy"lın sonları ile 20. yy" lın başlarında gelişip yakın zamanımıza değin gelen ve oldukça sıradan bir köylü olan Reşo Kurî etrafında şekillenen olaylar anlatılmaktadır.

Kitap öz olarak Kürtler"i anlatmaktadır. Kürt toplumunun anlaşılması açısından, Kürt toplumunun dayandığı iktidar tarzının, biçiminin, toprakla ve zamanla ilişkisinin açıkça sergilendiği kitabın en önemli özelliklerinden biri de kahramansız olmasıdır. Kahramanlığın olmadığı, kahramanın olmadığı bir dünya ile yüz yüzeyiz burada. Kitap boyunca eğer bir şeyin eksikliğini hissederek okuduğunuzu düşünüyorsanız biliniz ki “eksikliği”ni hissettiğiniz şey kahramanlıktır. Kitabı okuyup bitirdiğinizde ise, esasen kahramanlık beklentisinin hiçte gerçekçi bir beklenti olamayacağını, kahramanlığın gerçek ile ilişkisini sorgulayarak anlayabileceksiniz. Gerçek ile kurgu arasındaki ayrımın sandığınızdan daha acımasız olduğunu öğrenebileceksiniz.

Kürt toplumuna giren “yabancı” unsurların Kürtler ile ilişkisini, Kürtler"i algılama ve de Kürtler"in onları algılama tarzlarının da anlatıldığı kitap, öz olarak kendi topraklarının yasaları ile yaşayan Kürtler"in, kendileri ve de yabancılar ile yaşamış olduğu dünyayı gözümüzün önüne sergilemektedir. Kültür ile toprak arasında bünyevî bir ilişkinin zorunluluğuna inandırıyor sizi, dilin ve kültürün hem acımasız hem de şefkatli kollarında insanın nasıl da pasif kaldığını anlatıyor.

Şahsen kitabı bir tür trajedinin verdiği his ile okudum. Esasen bize anlatılan bir trajedi yok ortada. Ama hayat çok acımasız gibi duruyor önümüzde. Yani kitap boyunca sevindiğiniz bir şey bulamazsınız belki ve bulduğunuzda da biraz sonra bunun ne kadar yalancı ve sahte bir sevinç olduğunu hem görüyor hem de hissediyorsunuz. Nietzsche, sonu “kötü” biten Yunan tiyatro oyununu, sonunun kötü olduğunu bilerek yaşayan insanları anlatması itibariyle bize aynı zamanda yaşamamızı da gösterdiğini iddia ediyordu. Esasen arayacağımız her şeyin sonunda bir hiçlik vardı, bu hiçliği bilerek bir şey aramak. Arayarak hiçliğe ulaşmak. Hayat ve trajedinin birleştiği nokta. Bilmiyorum belki yazarın böyle bir niyeti yoktur ama bende şahsen uyandırdığı temel düşüncelerden biri bu. Yani kötümser olmamız için bir çok sebep sıralıyor kitap.

Kürtler"in komşu kavimler ile ilişkisinin Kürtler"de var ettiği yüzeyselliği, bu yüzeysellik üzerinden şekillendirilmeye çalışılan iktidarın, iktidar tarzının da şekillendirildiği bir kitap.

Kan ile ilişkinin, kanın Kürt toplumundaki sembolik ifadesinin ve gücünün de tanığı olabiliyorsunuz. Güçlülerin nasıl korkak, korkakların ve eziklerin nasıl cesur ve gözü kara kesilebileceğini, gücün de korkaklığın da “güç”ten ve “korkak” lıktan öte ölçülere sahip olduğunu anlayabiliyorsunuz.

M. Foucolut"yu da hatırlatan bir çalışma. Eminim Kürt toplumunun iktidar/bilgi biçiminin deşmek isteyen Bir M. Foucalt"u heyecanlandırabilecek bir çalışmadır.

Anlatının eleştirilebilecek bir iki noktası da var tabii ki: Anlatı boyunca yazar, olayları nasıl görmemiz ve olaydan neler anlayabilmemiz için bizlere öncülük ediyor ve bu iyi bir anlatının ruhuna biraz terstir. Gerçi bu konuda pek aşırıya kaçılmış değil ama yine de eleştirilebilecek bir husus olarak önümüzde duruyor.

İkincisi, anlatının bir iki yerinde nerdeyse kopmalar yaşamak mümkün. Olaylar ve şahıslar arası ilişkileri kurmada anlatı daha açık ve yalın olabilirdi, kurgusu daha az zorlayabilirdi bizi.

Üçüncüsü de yazarın kendi hayat algısı üzerinden toplumsal sembol ve inançlara ilişkin göndermeler yapmasıdır. İşin bu boyutunun da kesinlikle abartılacak düzeyde olmadığını belirtmekle beraber, yazar; inanç dahil bütün kültür formlarını tarihsel ve doğal şartların bir türevi olarak algılamakta ve bizlerin de bunu böyle algılamamızı ister gibi durmaktadır. Böylece kitabın “altyazısı ”nın içerdiği bu mesaj her ne kadar anlatının ve hikayenin güzelliğinden ve öneminden bir şey kaybettirmiyorsa dahi bu hususun en azından “belgesel” bir nitelik taşıyamayacağını belirtmekte fayda var.

Adnan Fırat / Sosyolog

BİR EDEBİYATÇI'NIN YORUMU

’REŞO KURİ’’ üzerine…

Sevgili Ramazan Ergin hoş, güzel, akıcı, ve çok dramatik bir anlatı hazırlamış. Bu anlatı yer yer insanların, olayların, durumların ve çatışmaların sergilendiği, kendi alanında önemli sayabileceğimiz müthiş bir yapıt….....

Reşo Kuri, yazarın hem yakından izlemiş olduğu bir tarihi destanlaştırması hem de bu kültürün özelliklerini ortaya koyması adına realist özellikler taşımaktadır. Çünkü, bir Avina’lı olarak toplumun bir düzen tarafından nasıl ezildiği ,sömürüldüğü ve insanların bu zülüm karşısında nasıl bir hiç haline getirildiği anlatılmaktadır. Eser de güçlü, güçsüz, ezen, ezilen, sömüren, sömürülen çatışması vurgulanmaktadır. Okuyucunun önüne toplumsal sorunları (ağa, eşraf, devlet, köylü ilişkileri , baskıcı yönetimin ürünü yoksunluklar, yoksulluklar içinde ölen, öldüren, hapislere düşen insanlar) sererek okuyucuları bu sorunlar üzerinde düşünmeye çağırır. Yazarın insanları daha iyiye, daha doğruya ve daha güzele ulaştırma gayesi bu yönüyle onun hem gözlemci gerçekçi, hem toplumsal gerçekçi ve hem de bir eleştirel gerçekçi olduğunu göstermektedir. İnsanların iç hayallerini dışa vuran eylemlerle ortaya koyan yazar; yan tutmayan bir gözlemci gibi davranmakta, kişisel ve toplumsal çatışmayı çok güzel bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu, köylünün dramıdır. Sadece ekonomik sömürüye dayanmayan dini, hukuki bir sömürüdür. Aynı zamanda tarihin, geleneğin, göreneğin ve ahlak anlayışının da dayattığı bir sömürü düzenidir......

‘’Önlerinde tek engel Kürtlerin binlerce yıllık amca kızı, amca oğlu hukukudur. (Amca oğlu isterse amca kızını gerçekten çevirebilir)’’1 (.....

‘’Şehir merkezinde bir kadının Yezidi olduğunu ispat edersen o kadını cariye olarak kullanma, satma hakkına sahip olursun. Osmanlı kadıları için bu çok meşru bir yasadır.”2 (a.g.e, s.86 )

Eser, yakın geçmiş olması itibariyle toplumun sadece psikolojik ifadesi değil geçmişten günümüze Kürt özelliklerinin tarihi, felsefi ve sosyolojik ifadesidir. Eser tarihi ve sosyolojik açıdan geçmişten günümüze kadar Kürt kültürünün mihenk taşı diyebileceğimiz özelliklerini gösteren bir başyapıttır......

“… Düşmanlar arasındaki kan davaları, toprak, para yada kan bedeli kız verme ile barış sağlanır. Kız kızla takas edilir; (Berdel) böylece kız ile düşmanlıklara son verilir. Kız ile akraba olunur. Kız ile onurlanır, onursuzlaşır. Kan akrabalığına toplumsal kast girince bu tür evlilikler artık eşit ya da daha güçlü kastların kendi aralarındaki izdivaçlarla devam ettirilir. Kürt tarzı kast sistemi kadın üzerine kuruludur. Bütün yaşamsal değerlerden önce gelir. Toprak bile öğretisini kadından alır. Yaşamın adıdır kadın. (Jin-kadın, Jiyan-yaşam) “ 3 ( a.g.e.,s.29).....

Yaşanılan zaman diliminde “yaşanılan toplumun” ifadesi olarak toplum anlatılmıştır. Ve bu trajik bir yaşamdır. Böyle bir yaşamda başkaldırı muhakkaktır ve nitekim güzel bir başkaldırı söz konusudur. Eserde insan hayatında yeri olan doğum, büyüme, beslenme, cinsellik, evlilik, çocuk, ölüm gibi konular irdelenmiştir......

“…Yasağın erkek meşruluğunu köyün dişi köpek ve eşekleri çeker. İnekler bile eti yenildiğinden, sütü içildiğinden zinaya kurban gitmiş sayılır.”4 (a.g.e, s.46).....

Her ne kadar ilk eseri olarak ifade ettiği Avina, onun sanki ilk eseri değil de bu alanda yazılmış bir çok eseri varmış gibi bir durumu ortaya koymaktadır. Çünkü başarılı bir durum söz konusudur. Belki de çok iyi gözlemlemesi ve çok iyi bir araştırma sonucu tam teşekküllü bir kitap hazırlaması başarısını arttırmıştır. Bunun yanı sıra insana, insanın içinde yaşadığı topluma, diğer insan topluluklarına da sevgi dolu olması, onları olduğu gibi kabul etmesi ve yeri geldiğinde bir Ağaya karşı bile sevgiyle yaklaşması Ramazan Ergin’in insan olarak ta ortaya çıktığının kanıtıdır......

“…Kapısında hiç kimseyi aç bırakmayan ama karşılığında arazilerin tapusu ile saygıyı isteyen bir ağa. İsmi bile düşmanlarına korku salan, dostlarına güven aşılayan bir ağa. Dostları tebaası bazen bu sadakati kendi menfaat ve lehlerine kullansalar bile.”5 ( a.g.e, s-94 ).....

Yazar olarak tarafsız ve estetik bir ruh haliyle bunu ortaya koyması, bir felsefesinin olması, üslubunun alabildiğine hoş ve derin anlamlar taşıması, sanatçının gelecek vaat ettiği ve ilerde daha iyi eserlerde verecek kapasitede olduğunu göstermektedir.

Daha öncede belirttiğim gibi, eser, hakim bakış açısıyla anlatılan bir destan özelliği taşımaktadır. Yazarımız o döneme ait olayları Kürtçe tekerleme, atasözleri ve deyimleri çok iyi derlemiş ve hem Kürtçe’sini hem de Türk’çe sini yerinde vererek eseri zenginleştirmiştir......

“ Bi Şiwanre dihere ber pez, bi Gurre pez dixwe, bi xwedire şiné dike” (Çoban ile koyunları güder, Kurt ile sürüleri yer, Sürü sahibi ile yaz tutar) . 6 (a.g.e, s.63 ).....

“…Çélké mara bé jahr nabe. (Yılanın yavrusu zehirsiz olmaz).” 7 (a.g.e,s-95 ).....

“ Ji milka Aş, ji haceta sımtraş, ji méra e ku nenéré ne li peş u ne li paş.” (Mülklerden değirmen, aletlerden Nal tıraşı, Erkelerden ne arkasına ne de önüne bakmayan makbul dur.) 8 (a.g.e, s.109 ).....

Ama, eser daha çok bir kültürün, yaşam tarzı ve dokusunun özelliklerinin lirik bir şekilde anlatılmasıdır. Her sayfasında bazen coştuğum, bazen dirildiğim, bazen kızdığım ve bazen öldüğüm olmuştur. Satirik, didaktik ve lirik özellikler ağırlıkta olan eser, Ramazan Ergin’in de dokunaklı ve ironik yanını sergilemektedir. Sevgili arkadaşımın başarılarının devamının diliyor, yazdıklarının ona yaşayamadığı huzuru bahşetmesini istiyorum......

Sevgilerimle…

10. 09. 2007

Sultan BOZKUŞ

Z.G.L Edebiyat öğretmeni